MANSALi BOZKURT ERAY

ULKUCULUK nedir ve esaslari nelerdir?

Home
turan eller
masonlugun ic yuzu ve gercekler
ULKUCULUK nedir ve esaslari nelerdir?
KIZILELMA
siyasi gundem
ATSIZ dan inciler
secme inciler
NECIP F.KISAKUREK inciler

ÜLKÜCÜLÜGÜN TEMEL ESASLARI

Gayemiz iyi bir Türk olmaktir. Iyi bir Türk olmak, Türk'ün törelerini, dilini, dinini, ülküsünü iyi bilmek, iyi yasamakla olur. Türk'ün gücü imanidir. Imaninin özü ise kendi öz kültürüdür. Türk kültüründe, milletin ayni kültür dogrultusunda yasamasinin saglanmasi için, üç unsura kayitsiz sartsiz baglanilmasi gerekmektedir. Lider, doktrin, Teskilat. Bu üç unsuru iyi bilmek, anlamak, yasamak zorundayiz. Bu üç unsur milletin birlik, dirlik ve güçlülügünü saglayan temel prensiplerdir. Türk kültüründe güçlü devlet kurabilme, Turan'i gerçeklestirebilmek ve Kutlu Düzeni saglamak için gerekli olan bu üç unsuru tek tek tetkit etmek gerekiyor.

LIDER

Liderlik, okullarda okuyarak, ihtisas yapilarak elde edilebilecek bir mefhum degildir. Insanlar birbirinden ayiran bir özellik sahsi karakteridir. Bazi insanlar inançlarina tam anlamiyla baglidir. Yasayis tarzini tamamen inançlarina göre düzenler. Duygularini ve düsüncelerini bu inanç istikametinde yönlendirir. Bu kisilerde bu inançlarina baglilik karakteristik bir özelliktir. Iste Cenabi Allah bazi sahsiyetli insanlara, kendi kültür ögelerini iyi yasama vasfini nasip etmistir. Türk lideri de, Türk kültürünün bütün ögelerini en iyi bilen, en iyi uygulayan sahsiyet sahibi olmalidir.

Türk'lerde liderlik vasiflan ve Türk kültürü içerisinden çikarilmis bazi ögeler sunlardir:

· Lider, özü sözüne uygun olan kimsedir.

· Lider, yüksek bir ahlakin, üstün bir seciyenin sahibi olan kisidir.

· Lider, ölüme giderken de inançlarindan taviz vermeyen kisidir.

· Lider, teshisinde yanilmayan, kolay kolay aldatilmayan, aldanmasi mümkün olmayan kisidir.

· Lider, milli olani milli olmayana her zaman tercih eden, bu tutumunda her zaman kararlilik gösteren kisidir.

· Lider, her türlü haksizligin karsisinda basini dimdik tutan ve zorbaliklar önünde egilmek nedir bilmeyen kisidir.

· Lider kisinin, siniflarin, baski gruplarinin yararina degil, öncelikle milletin menfaatlerini düsünmesini bilen kisidir.

· Lider, milli olmayan her düsüncenin, her ekonomik sistemin ve devlet anlayisinin karsisinda milli olani büyük bir faziletle, korkusuzluk ve cesaretle savunmasini bilen kisidir.

· Lider, milleti meydana getiren dil, din, kültür, tarih ve soy birligine, vatan kavramina sadakat ile baglilik ile göstermenin bir zaruret olduguna inanan kisidir.

· Lider, sosyal hafiflikleri degil, milli vakar ve üstünde tutulmasini isteyen ve bu konuda her türlü dikkat ve titizligi gösteren kisidir.

· Lider, gerek iç politikada, gerekse dis politikada olsun, millet ve devlet yararina alinmasi ve gelistirilmesi gereken meseleleri kendi politik ve kisisel çikarlari için bir araç olarak kullanmak heveskarligina kapilmayan kisidir.

· Lider millet devlet felsefesini "Devleti Ebed müddet" ilkesi dogrultusunda ve kendi soylu esprisi dahilinde yasatmayi amaçlayan kisidir.

· Lider, milleti, devleti ve ülkeyi tehdit eden her alçakça girisimin tam zamaninda karsisina dikilen kisidir.

· Lider, milletin ruh ve gönül yapisi ile sosyal aliskanliklarini daima göz önünde bulundurarak, millete en yararli olmasi gereken çare ve tedbirleri almada basari gösteren kisidir.

· Lider, nazizme, fasizme oldugu kadar komünizme de, millet varligi için tehlikeli gördügü her türlü kozmopolit akim ve sistemlere de olmaz demesini, durdurucu, caydirici ve önleyici tedbirler koymasini bilen kisidir. , Lider, günübirlik meselelerin yerine büyük ülküleri gerçeklestirmeyi, milletin, devletin ve ülkenin 10-15 yil sonraki gelecegini degil, 50-100-200 ve hatta 500 yil sonraki gelecegini düsünen bunun ilmi hesaplarini, aritmetigini varsayimdan, ihtimallerden ötede degerlendirme cihetine yönelen kisidir.

· Lider, kanunlarin örf, gelenek ve adetlerle modern teknikte ilim ve uygarlik anlayisinin birbirinin tamamlayicilari olarak benimsenmesi üzerinde önemle duran kisidir. Bu gerçege inanan,iman eden kisidir.

· Lider, milli istiklal, toprak bütünlügü, milletin birlik ve beraberligi yolunda ölümü bile ehvenden sayan kisidir.

· Lider, milletini çaglarin üstünden siçratarak milletine bu ruh, bu inanç ve bu suuru asilayarak, onun ilim de, teknikte ve uygarlikta en ileri milletlerin de önünde yer almasinin mücadelesini veren kisidir.

· Lider, hiç bir ön yargi ve siyasi yatirim amaciyla yahut maddi menfaatleri karsiliginda devlet sirlarini açiklamayan, bu zavalliligi, benimsemeyen kisidir.

· Lider, her türlü iftira, yalan ve hakaret ifade eden kelimeyi sözlügünden çikartip atan kisidir.

· Lider, ön sezgisi kuvvetli, kararli isabetli, fikir ve kanaatleri istisnasiz bir sekilde en mükemmel, en iyi ve en dogru olan kisidir.

· Lider, güçlüklerden yilmaz, tehditlere papuç birakmaz, vatanini bir pula satmaz.

· Lider, kavgadan kaçmaz, kaçirilmaz.

· Lider, dün neyi savunuyorsa, bugün de, yarin da yine ayni seyleri savunarak savasini sürdürür, daima ileriye bakar, ufku daima ilerisidir.

Türk töresinde liderde aranan vasiflar bunlardir. Bu vasiflara sahip bulunan sahsiyetler daima hedefe varir. Türk Islam davasini sistemli hale getiren dava önderinde mutlaka bu vasiflar bulunmali. Zira dünya milletleri kendi menfaatleri için baska milletler üzerinde hesaplar yapmaktadir. Bu vasiflara sahip sahsiyetler baska milletlerin kendi ülkelerindeki hesaplarini bozar. Bu vasiflara sahip olmayanlar ülkeyi baska milletlerin güdümüne bilerek veya bilmeyerek sokarlar.

Cenabi Allah sevdigi Türk milletine en buhranli günlerinde mutlaka kurtarici bir lider nasip etmistir. Alparslan Türkes yüzyilimizin bu vasiflara yegane sahip lideridir.Onun hayati basli basina bir mücadele basli basina bir davadir. O lidere baglilik ve teslimiyet, kendini Türk kabul edenlerin yapmasi gereken seylerdir. Hele de bu Türk ufkunu Nizami Alem'e yöneltmis bir ülkücü ise, liderini iyi tanimali ve ona teslimiyet bilinci ile baglanmalidir.

1944 yilindan beri fikirleriyle bütün Türk dünyasi için hürriyet mücadelesi veren, doktrinleriyle de Türk Devleti'ni güçlü, kilmak milletinin mutlu olmasini saglamak ve dünya insanlik aleminin gerçek adalete kavusmasi için çizgisinden taviz vermeyen her türlü çileye ragmen Hak yolunda mücadeleye devam eden ve Türk milliyetçiliginin milletimizin milli meselesi olmasini saglayan 1300 yil sonra Türk kurultayi yapan ve bu kurultayda Hakan'lik unvani alan Dünya Türk'lügünün degismez Lider'i Alparslan Türkes'tir. Makami "Basbug�luktur.

DOKTRIN

Bir milletin kendi kültürüyle yönetilmesi o milletin milletlerarasi mücadelesinde zafer kazanmasina sebep olur. Liderlik anlayisimizda oldugu gibi devletin, kalkinma meselelerini çözümde kendi kültürümüzü örnek aliyoruz.

Dolayisiyla devletin kalkinma politikasini, Türk Kültürünü inceledigimizde bazi dilimlere ayirmak zarureti hasil oluyor. Bu konu uzmanlari tarafindan 9 dilime ayrilmistir. 9 rakami Türk Kültüründe ve Islam inançlarinda kutsal sayilan bir rakamdir. Türkiye'nin kalkinmasini 9 farkli maddeler halinde dilimlere ayirip her birini ayri ayri kültür potasinda çözümleme yoluna gidilmistir.

Türkiye�nin bugün ileri gitmis modern milletlerin, modern devletlerin seviyesine ulasmasi için dünya çapinda ilim adamlari ve teknik insanlar kadrosuna ihtiyaç vardir. Bu kadrolarla tamamen, %100 milli bir tutumla eksikleri tamamlamak, hatalari gidermek gerekir.

Kendi öz deger ve kültür kaynaklarimizla milli ihtiyaçlarimizi esas alarak telafi etme ve çare bulma düsüncesiyle 9 isik ortaya konmustur. "Hersey Türk için, Türk'e göre, Türk tarafindan" sloganinda manalasan ve Ozan Arifin söyledigi "Doktorun Türk, ilaç Islam olacak" misralarina akseden milli kurtulus ve milli yükselis hamlesi dün oldugu gibi bugün de hatta yarin da Türk Milletinin yegane kurtulus reçetesidir. Çünkü diger bütün fikri ve siyasi ideolojilerin karsisinda tek Milli Doktrin'dir. Çünkü kaynagini, özünü Türk kültüründen almaktadir. Çünkü doktriner yapimiz "Türk'lük gurur ve suuru, Islam ahlak ve faziletidir."

Bu doktriner yapimizi maddeler halinde söyle siralayabiliriz.

1. Milliyetçilik
2. Ülkücülük,
3. Ahlakçilik,
4. Toplumculuk,
5. Ilimcilik
6. Hürriyet ve Sahsiyetçilik
7. Köycülük,
8. Gelismecilik ve Halkçilik
9. Endüstri ve Teknikçilik

Türkiye bu maddelerde izah edilen dilimleri iyice anlamadan , bu doktirinleri uygulamadan disaridan ismarlama alinan yabanci sistemlerle yükselisini ve kurtulusunu saglayamaz. Bu doktrin Türk�ün özü , Türk�ün kurtulus reçetesidir.

TESKILAT

Insanlari milliyetçi , toplumcu fikir yapimizla aydinlatma , koordine etme ve ülkücünün yakin hedefinin iktidar olmasini temin için birer egitim yuvasi olan Ocaklarimiz ve ocaklarimizda yetisen , yetisirken de devleti kurtarma , topraklarimizi vatan yapma , milletin milli degerlerini yüceltme , insanlara sahsiyet kazandirma ruhunu almis kadrolari iktidar yapma vasitasi olarak da M.H.P her ülkücünün teskilatidir. Ocaklarimiz birer ilim irfan yuvasidir ve de öyle olmalidir. Biz Ülkücüler bu ocaklarda devletimizin bekasi için yetismek ve hazir olda beklemek mecburiyetindeyiz. Çünkü devletine sahip çikan , millet için çalisma arzusu tasiyanlar ülkücülerdir. Öyleyse ülkücülerden baskasi devleti için var gücüyle çalismazlar. Bizler kadrolarda yerimizi alarak , ocaklarda aldigimiz ruhu iktidara tasimaliyiz. Bu yol partilerden geçer. Var oluslarinin gayesi milli kurtulus hamlesi olan tek siyasi vasita Milliyetçi Hareket Partisi�dir.

Çünkü Milli kurtulus ve yükselis davasi diye kendi kültürümüzde buldugumuz Dokuz Isik�i doktrin halinde savunan ve iktidara geldiginde uygulanacak tek çare olarak gören siyasi parti M.H.P�dir.


3 MAYIS TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ'NÜN ANLAMI

3 Mayıs Türkçülük Gününün anlamını daha gerçekçi olarak kavramak için o günleri hazırlayan yakın tarihimize bir göz atmak yararlı olacaktır. Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu hanedan düşüncesine dayanan bir "Ümmet" modelini temsil ediyordu. Orkun Anıtlarında gözlediğimiz "Türk" kavramı, Osmanlı'da ümmet uğruna âdeta feda edilmişti. Nitekim, Büyük Selçuklu ve Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık, artık 17. yüzyıldan itibaren "Osmanlı"nın bir Türklüğü kalmadığı görüşündedir.

Oysa, Türkmen boyları, Anadolu'ya göç ettiklerinde Göktürklerde tanık olduğumuz gibi Türklük şuurunu taşıyorlardı. Anıtlarda- ki sekizinci yüzyıldır- hemen bir çok kez Bilge Kaganın halkına hitaplarında "Ey Türk Budunu" tarzındaki hitapları gösteriyor ki, millet karşılığı "Budun" ve soy olarak da "Türklük" anıtlara işlenmiştir.

Hem Büyük Selçukluların, hem de Anadolu Selçukluları ile Osmanlıların bu tarihsel şuuru dışlayarak sadece "Hanedan" kavramını merkeze almaları düşündürücü olsa gerek. Ümmet ideolojisi, Türklerin İslâmiyeti kabulü ile gündeme geliyordu. Aynı dine inananların birlikteliği ümmet oluyordu. Büyük dinimiz, bütün Müslümanların din kardeşi olduğunu belirtiyordu. Bu nedenle "Ümmet" yüce bir düşüncedir. Ancak, İslâm bir evrensel din olması nedeniyle "Millet" gerçeğini reddetmiyordu. Kur'an şöyle buyuruyordu: "Sizi kavimlere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız". Burada kavim kavramı, günümüz millet gerçeğini temsil ediyordu. Peygamberimiz de: "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz", veya "Ümmetimin en hayırlısı kavmine hizmet edendir" buyuruyordu.

Görülüyor ki, Kur'an ve hadisler, "Ümmet" gerçeği yanında "Millet" gerçeğini de kabul etmek suretiyle evrenselliğini sembolleştiriyordu. Selçuklular ve Osmanlılar hangi nedenlerden ötürü, Göktürklerde rastladığımız Türklük duygusunu bir kenara iterek "Hanedan" veya "Hanedan-ı Osmanî" düşüncesine sapmışlardır?

Bu hususu tarihçilerimize bırakıyoruz, tartışılsın. Bizim konumuz, unutulan, dışlanan Türklük şuurunun tarihsel gelişim çizgisini ortaya çıkarmak ve Cumhuriyet döneminde de yansımalarını ele almaktır.

Osmanlı'nın son günlerinde, Fransa devrimiyle Balkanlara kadar yayılan milliyetçilik akımı, millet olma, bağımsızlık ve özgürlük gibi evrensel hakları taşıyordu. Osmanlı'nın geniş hinterlandı da bu ayaklanmalara katılıyordu. Mısır, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde iç ve dış müdahalelerin de tesiriyle her yer bir kazan gibi kaynıyordu. Kısaca, Osmanlı'nın "Ümmet" politikası tersine dönmüştü. Artık, hâkimiyeti altında bulunan İslâm ülkelerinin Batıda yetişmiş, Fransa Devrimiyle tanışan genç aydınları, Osmanlı'ya karşı bağımsızlık savaşlarını başlatmak amacıyla ayaklanıyorlardı. Bu eylem geçerliliğini yitiriyordu. 1865 yeni Osmanlılar ve 1875'ten sonra da Jön Türklerin rayına sokmaya çalıştıkları milliyet akımları durdurulamaz bir noktaya gelmişti. Jön Türkler ki milliyet akımı etrafında toplanıyorlardı, 1908'de İkinci Meşrutiyetle yönetimi ellerine geçiriyorlardı. 600 yıl süren "Hanedan-ı Osmanî" yerine millî devlet kurmak, özgür ve insanca haklara sahip olmak için örgütlü bir çalışma oluşturuyorlardı. Kısa zamanda Jön Türk hareketi İttihad ve Terakki adlı bir siyasal kuruluşa dönüşüyordu. Şimdi yönetim, Türkçülük akımını ön plâna alan ve Hanedan-ı Osmanî'ye eleştiride bulunan genç kadroların eline geçmiş bulunuyordu.

Bu oluşum, monarşiye karşı meşrutiyet hareketinin sesini duyuruyor, Fransa Devriminden kaynaklanan milliyetçilik duygu ve düşüncesini de bir sembol olarak taşıyordu.

İttihad ve Terakki Cemiyeti bir siyasal teşkilât olarak Türkçülük akımını temel felsefe kabul ediyordu. Başlarında Ziya Gökalp olmak üzere önemli bir çekirdek aydın kadro, bu akımın düşünce sistemini yaymaya çalışıyorlardı. Özellikle Kırım'ın Gaspıra köyünde doğan İsmail Gaspıralı'nın başlattığı ve Azerbaycan'dan kaynaklanan bu akım taraftarları İttihad ve Terakki Cemiyeti içinde yer alıyorlardı. Özellikle Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura ve Mehmet Emin bunlardan ilk akla gelenleridir. Bir de yine Azerbaycan'da Hüseyinzâde Ali Bey vardır ki, Gökalp'a Türkçülük akımının aşılanması yönünden büyük tesirde bulunmuştur.

Türkçülük akımının İttihad ve Terakki yönetiminde filizlenmesi, 1911 yılında Türk Ocağı'nın kuruluşunu hazırlamıştır. Türk Ocağı, günümüze kadar intikal eden Türk Yurdu dergisiyle birlikte Türkçülük akımının odak noktasını oluşturuyordu.

Osmanlı-sonrası (Post-Osmanlı) genç kadrolar niçin bu tür bir örgütlenmeye gidiyorlardı? Niçin Türkçülük akımını ön plâna alıyorlardı? Bu husus, İttihad ve Terakki kuruluşunun çözümlemesi gereken en önemli meselesiydi

Jön Türkler Batı ile temas kuran, bir kısmı Batıda eğitim görmüş bir kadro olarak karşımıza çıkıyordu. Dönemin milliyetçilik çağı olduğunun şuurunda idiler. "Hanedan-ı Osmanî" altı yüz yıllık iktidarı boyunca, millî kimliğini dışlamış, sadece ümmet ideolojisine dayalı bir yönetim biçimi meydana getirmişti. Fransa Devrimi şimdi millet düşüncesini ön plâna çıkarıyordu. Bunun için de, unutulan veya unutturulan Türklüğe dönüş hareketi başlatılıyordu. Cemiyetin ideologu Gökalp, "Türk milleti" gerçeğini vurgulamak suretiyle, "Türke dönüşü" başlatmış oluyordu. Farklı ırk ve din mensuplarını koruyan bir mozaik veya seralık durumunda olan Osmanlı sistemi, yerini Türk insanına terk etmek durumunda idi. Zaten çağın gerçeği de bu biçimde tecelli ediyordu.

O hâlde, Türkçülük akımı, Türke dönüş hareketidir. 600 yıl dışlanan ve ümmet düşüncesi içinde yok sayılan bir halk ilk kez tarihinde milletleşmenin kıyısına gelmiş bulunuyordu. Türkçülüğün büyük ideologu da Gökalp ve arkadaşları idi. Türk Ocağı ve yayın organı Türk Yurdu mecmuası da Türkçülük akımının ilkelerini yayarak sistemi rayına oturtmaya çalışıyordu.

Gözlendiği üzere, Türkçülük sosyolojik zaruretlerden doğmuş, Türk milletinin yeni bir kimliği oluyordu. Gökalp bu akımın "Dilde, duygu ve düşüncede ortak bir paydada birleşenlerin malı olduğu" kanısındaydı. Gökalp'a göre, aynı dili konuşan, aynı dine sahip olanlar ancak bir millet idi. Onun dövizi de şöyleydi: "Dili dilime, dini dinime uyan bir millettir".

Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı sonunda tarih sahnesinden siliniyor, yerine Cumhuriyet idealine bağlı yeni bir devlet kuruluyordu. Atatürk, Türk milliyetçiliğine gönül vermiş ve Gökalp'ı da: "Fikirlerimin babasıdır" demek suretiyle değerlendirmiştir. Kendisi, Jön Türk geleneğinde yetişmiş, İttihad ve Terakki içinde büyümüş, gerçek Türkçüdür. Türklüğü unutturması, ülkenin yönetimini kozmopolit kadrolara teslim etmesi nedeniyle Osmanlı sistemine karşıydı. Türk Ocağı'nı 1921 Koçgir, 1925 Şeyh Sait ayaklanmasında birkaç kez ziyaret etmiş ve çok taltif edici ifadeler beyan etmiştir. Hattâ Koçgiri ayaklanmasının arefesinde: "Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, "Kavm-i Necip" adı altında Araplara ve sarayın sadık hâdimi Arnavutlara feda edildik" demek suretiyle de Türklüğe, 600 yüzyıl süreyle unutturulan Türklüğe sahip çıkıyordu. Büyük Millet Meclisi'nde bir hafta boyunca okuduğu Nutuk'un son kısmında "ey Türk gençliği" adı altında Türk gençliğine armağan etmek ve "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur" demek suretiyle ilk kez Göktürklerden sonra "Türklük" kavramını gündeme getiriyordu.

Atatürk, muhtelif vesilelerle Türklüğe olan büyük aşkını milletine açıklamıştır. Bir vesile ile "Türk yaratılmak medâr-ı iftiharımdır" diyor, büyük nutkun son kısımlarında ise: "Milletime tavsiyemdir, başlarına geçecek insanların kanlarına baksınlar" uyarısında bulunuyordu.

Artık Cumhuriyetle ve Mustafa Kemal'in öncülüğü ile Türklüğe dönüş başlıyordu. "Hanedan-ı Osmanî" yerini, Türk milletine terk ediyordu. Cumhuriyet, ümmetten millete geçişin bir aşaması, en büyük merhalesidir. Atatürk, bunun için Türk Tarih ve Türk Dil Cemiyetlerini kurmak suretiyle, Asyatik kökenli Türk insanının dil ve tarih alanındaki kimliğini, unutturulan kimliğini bilimsel araştırmalarla gün ışığına kavuşturmak istiyordu. Gökalp'ın erken ölümünde eşine: "Bir radyoma benzeyen beyni sükût etmiştir, Türk milleti derin bir elem içindedir" demek suretiyle ona olan bağlılığını belirtmiştir. Hattâ bununla da yetinmeyerek, Gökalp'ın ölümünü millî yas günü olarak kabul etmiş ve Sovyetlerden, Balkanlardan cenaze merasimine katılmalarını sağlamıştır. 1999 yılı Gökalp'ın 75'inci ölüm yılı idi. Hiçbir devlet adamımız o günü anmak bir yana, hatırlamak bile istememişlerdir. Türk devlet adamları içinde, Türkçülüğe saygı duyan, ona ömrünü veren tek devlet adamımız Atatürk'tür.

Halk Fırkası'nın (o zamanın Cumhuriyet Halk Partisinin) ilkelerini hazırlama görevi de bizzat Atatürk tarafından Gökalp'a tevdi edilmiştir. Altı Ok'ta gözlediğimiz milliyetçilik, Atatürk ve Gökalp bütünleşmesinin bir sonucudur.

Atatürk'ün erken ölümü ile Türkçülük ideali gündemden kaldırılmış, resimlerine tarih kitaplarında, paralarda, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumlarında yer verilmemiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Sovyetlerin Hitler Almanyası karşısında zaferi sonucu, yönetimin stratejik makamları sol eğilimli kadrolara teslim edilmiştir. İlk kez, millî kültürün kaynağını oluşturan kırsal alan çocukları, Sovyet modeline göre kurulan köy enstitülerinde eğitilmek suretiyle Marksist şartlandırmaya tâbi tutuluyorlardı. Kısacası, Türk milleti, Gökalp'ın deyimi ile "Kozmopolit" ve "Devşirme" kimlikli yöneticiler tarafından yeni bir sol maceranın içine sürükleniyorlardı. Artık, Kemalist sistem devreden çıkarılmıştı. Marksist şartlandırmalar okullara, devlet dairelerine ve siyasal kuruluşlara kadar yayılıyordu.

Amacı ve gayesi ne olursa olsun, o dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu, 19 Mayıs 1943'te bir konuşma yapıyordu. Bu konuşma, hem milliyetçiler arasında millî şuurun devlet kademesinde Atatürk'ten beş yıl sonra gündeme gelmesine hem de derlenip toplanmalarına yol açıyordu. Saracoğlu Gençliğe Hitabesinde şöyle diyordu: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima da Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar da vicdan meselesidir. Biz azalan, azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz". Bu ifadeler, her ne kadar Hitler Almanyası'nın Sovyetleri kendi topraklarında yenilgiye uğrattığı bir dönemde söylenmiş olursa olsun, yine de tarihî değeri vardır. Çünkü, Atatürk'ten sonra ilk kez "Türkçülük", unutturulan bu büyük kavram sesini duyurabiliyordu.

İşte böyle bir ortamda, büyük Türkçü Nihâl Atsız iki sayı üst üste Orhun dergisinde Şükrü Saracoğlu'na hitaben kaleme aldığı yazılarında, millî şef politikasını eleştirerek bütün kurumların Marksistleştirme operasyonuna maruz kaldığını örnekleriyle açıklıyordu. Sadece bir örnek olarak burada sizlere zikretmek gerekirse Sabahattin Ali'yi vermek istiyorum. Atsız, bu mektubunda Sabahattin Ali'nin konservatuarın başına getirildiğini, oysa bu kişinin bir zamanlar Konya Muallim Mektebinde iken,

"Cümlesi beli der, enel hak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?"

demek suretiyle Atatürk'e en ağır bir dille hakarette bulunuyordu. Bir Polonya kökenli (Berzanski ailesi) devşirme, bunca hakaretlerden sonra, Millî Eğitim Bakanı Hasan-Âli Yücel'in ve İsmail Hakkı Tonguç'un (Tonguç Baba) himayesinde en kritik yerlere getiriliyor, böylece Atatürk düşmanları taltif ediliyorlardı.

Ancak, bir yıl sonra, 19 Mayıs 1944'te Almanların püskürtülmeleri ve Sovyetlerin galibiyeti sonucu, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü yapmış olduğu bir konuşmada Atsız'ın bu yazılarını hedef almak suretiyle Türkçülere en ağır bir dille hücumda bulunmuş, ve yargının yolunu açmıştır. Dönemin askerî mahkemesinde Türkçü kadro yargılanmış ve "Tabukluklar" denilen yerlere atılmak suretiyle en ağır şekilde cezalandırılmışlardır.

Türkçülük hareketi, böylece Atatürk'ün ölümünden sonra onu izleyen gençler için en ağır bir suç telâkki edilmiş, devlet yeniden Türkçülük karşıtı Marksist bir çizgide techiz edilmiştir. Bugün de, bazı üst yöneticiler tarafından Türkçülüğün anılmamasının, dışlanmasının da kökeninde 1940'ların karşıt-milliyetçi tutumlarının derin izleri vardır. Türk gençliğinin böyle kutsal bir günde yeniden teşkilâtlanmasına ve bir fikir cephesi kurulmasına hayatî ihtiyaçlar vardır. Helâl ve haramın birbirine karıştığı günümüzde, Türk toplumuna ve Türk gençliğine yeni bir ruh ve dürüstlük ahlâkı aşılamanın yolu da bu kendine dönüş ve kendini kendinde bulma iradesinden doğacaktır.

yanlizkurt544@hotmail.com

ABIDE ŞAHSİYETLER 1)AHMET YESEVİ

Türk tasavvuf geleneğinin hareket noktası "Pîr-i Türkistan" Hoca Ahmed Yesevî, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine 7 km., bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur. Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu ortaya çıkar.

Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı, İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.

Ahmed Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh'ten alır. Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber'in talimatıyla bu iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmed Yesevî'nin manevî babası olur. Arslan Baba'dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmed Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra'ya gider.

Ahmed Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan Şeyh Yûsuf Hemedânî'nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, "gezginci bir şeyh"tir. O, çoğunlukla Buhâra'da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının, insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .

İşte Ahmed Yesevî de hocası Yûsuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına güzel, sâde ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir. Nitekim o, şeyhi Yûsuf Hemedânî'nin vefatından sonra onun dergâhında halîfelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir. Daha sonra Yesî'ye dönen Ahmed Yesevî, vefat tarihi olan 1156 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.

Yesî, artık Hoca Ahmed Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir. Çünkü Türkistan'ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmed Yesevî'nin irşad halkasına girmişlerdir. Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevi müritleri, Türkistan'dan Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmed Yesevî'nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyetle uzlaştırmaya çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz müslüman olmuş insanlara İslâm'ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü tanıttılar. Böylece Hoca Ahmed Yesevî'nin dînin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri, çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.

Hoca Ahmed Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yan göçebe insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Bu insanlara o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap -Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir îman anlayışım telkîn eden dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür. Onun için de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu, sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kur'an'dan aldığı ilhamla öğretti.

2)

Atatürk'ün Fikir Babası: Ziya Gökalp

Türkiye Cumhuriyeti'nin icra plânında kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, fikir plânında kurucusu Ziya Gökalp'tir. Atatürk de, bu durumu, "Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, fikrilerimin babası Ziya Gökalp'tir." diye izah etmiştir.

Ziya Gökalp'i incelerken Türk Ocağı ile başlamak gerekir. 12 Mart 1912'de kurulan Türk Ocağını'nın amacı şöyleydi:

"İslam kavimlerinin başlıca bir kesimi olan Türklerin milli terbiyesinin, ilmi, sosyal, ekonomik düzeyinin ilerleme ve yükselmesi ile Türk ırk ve dilinin olgunlaşmasına çalışmak."
Cemiyetin çalışma şekli de böyle belirtiliyordu:

"Cemiyet, amacını elde etmek için Türk Ocağı adlı kulüpler açacak, dersler, konferanslar, piyesler düzenleyecek, kitap ve broşürler yayınlanacak ve okullar açmaya çalışacaktır.

Milli geliri korumak ve çoğaltmak için her Türk'ten meslek ve sanat erbabıyla görüşecek, ekonomik ve tarımsal teşvik ve uyanlarda bulunacak, bu gibi kurumların doğup yaşamasına elinden geldiğince yardım edecektir.

Ocak, amacını elde etmeye çalışırken, milli ve sosyal bir konumda kalacak, asla siyaset ile uğraşmayacak ve hiçbir zaman siyasi partilere hizmet etmeyecektir."

Türk Ocağının kurulması tıp öğrencileri arasında büyük heyecanla karşılandı. Yusuf Akçuraoğlu'na göre, Ziya Gökalp'in Türk Ocağındaki faaliyetleri şöyleydi:

"Hamdullah Suphi, Türk gençliğinin ruhunu etkilemeye ve ocakların örgütlenmesine çalışırken, Türk milliyetçiliği fikrinin teorisini düzenlemeye, onu sistem haline getirmeye de Türk Ocağı'ndaki konferans ve sohbetleri, Türk Yurdu'ndaki makaleleri ile bilhassa Ziya Gökalp Bey çalışıyordu."

Nitekim "Genç Kalemler" ekibi olarak Türk Yurdu'nun yazı kadrosuna katılmışlardı.

"Bu şekilde, Türkçülük fikri, gençler ve aydınlar arasında yayıldı ve yerleşti. Kendini ret ve inkar eden hava, ocağın üzerinden dağıldı. Ziya Gökalp'in değerlendirmesine göre, Doğu ve Batı kökenli akımlara takılmakta ısrar eden softalarla züppelerden başka herkes, ocağa üye yazılmış ve dost kesilmişlerdi."

Osmanlı İmparatorluğu'nda artık partiler değil, milletler birer siyasal organizasyon halini alıyordu. Bu yüzden, Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında başlayan Türk milli hareketi, milli bir Türk devleti meydana getirmeyi hedef seçmişti. Türk Ocakları bu harekete katıldılar. İstanbul'da yapılan milli mitinglere öncü oldular. Batı Anadolu'daki savunma örgüleri ile ilişkide bulundular. Milliyetçi Hareket'in başı Mustafa Kemal Paşa'ya bağlılıklarını bildirdiler. İmparatorluğun son Meclis-i Mebusan'ı seçilirken ocağın belli başlı adamları Milli Türk Partisi adlı partiyle seçime katılarak birkaç mebus seçtirdiler.

İngiliz Baskıları

Ocağın çalışmalarını dikkatle izleyen İngiliz işgal kuvvetleri, 1920 yılında Türk Ocağı'nı iki defa basarak eşya ve evraklarından bir kısmının yok olmasına sebep olduğu gibi, faaliyetini de kesintiye uğrattılar. Ancak Türk Ocağı kendim korudu ve dağılmadı.

Ankara'da milli Türk devleti Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti adı ile kurulduğu sıralarda. Türk Ocağı'nın merkezi de Ankara'ya yerleşti. Yeni Türk devleti "Türk milliyeti" prensiplerini kabul ediyordu. İsmet Paşa da 17 Temmuz 1917'de İsmet İnal adıyla ve 2320 numara ile Türk Ocağı'na girmiş bir ocaklı arkadaş idi."

Türkçülük Gerçek Oldu

Yusuf Akçuraoğlu 1928'de yazdığı "Türkçülük" kitabını şu cümlelerle bitirir:

"Türkiye Cumhuriyeti'nin başta Büyük Millet Meclisi hükümeti adı ile, sonra da gerçek ismi ile kurulması, Türk milliyetçiliği açısından Türkçülük idealinin gerçekleşmesi demektir. Çoğu Türkçülerin belki hayallerinde gerçekleşeceğini ümit bile edemedikleri idealdir. Türk dahisinin gücü ile gerçek olmuş, milli Türkiye Devleti kurulmuştu.

Türk milliyetçileri dilin Türkleşmesini, hukukun Türk hukuku olmasını ve bundan dolayı kadının çağdaş Türk kanunlarına uygun bir hürriyet kazanmasını, sanatın Türkçeleşmesini, yani şiirin, müziğin, resmin vb. milli ve ileri olmasını, kısaca Türk kültürünün yabancı etkilerden kurtulup kendi benliğini bularak gelişmesini temenni ediyor ve buna ellerinden geldiği kadar çalışıyorlardı.

Fakat bugün kültürel hürriyet ve bağımsızlığın siyasal alanda tüm hürriyet ve istiklal kazanmadıkça elde edilemeyeceği Meşrutiyet deneyi ile anlaşılmıştır. Osmanlı Devletinin siyaseti, sayısız sebeplerden dolayı serbest olmadığı gibi Türk'ün kültürü de Ziya Gökalp Bey'in dediği gibi birçok kapitülasyonlarla bağlıydı. Bu kapitülasyonlara bazılarını Doğu, bazılarını Güney, bazılarını da Batı, Türk'ün boynuna takmıştı. Bütün bu ağır halkaları boyunlarına asıp, istediği gibi yürüyebilmek için Türk, hayat gücünü gösteren bir iktidar ve egemenliği kazanmak zorundaydı. Neticede, siyasette tam hürriyet ve bağımsızlık kazandı. Artık kültürel saldırıları birer birer söküp atmak yolu açılmıştı. Türk milleti, açtığı bu yoldan enerji ve başarıyla devamlı ilerledi. Kültürel hürriyet ve bağımsızlığını sınırlayan engelleri ara vermeden kaldırdı ve hâlâ kaldırmakta devam ediyor.

Türkçülük fikri, yarım asır önce birkaç kişinin kafa ve kalbinde düşünceler, duygular, ve emeller uyandıran, ara sıra dil ve kalemlerinden belirsiz ve

çekingen bir şekilde çıkan bir düşünce idi. Bu düşünce, o zamanlar ortama o kadar ters düşüyordu ki, tarafları olanları, onu açıkça yazmaktan çekmiyorlardı. Halbuki Türkçülük fikri bütün gerçek olmuştur."

Etnik Partiler Osmanlı'yı Dağıtıverdi...

Osmanlı, "etnik partiler"in birer siyasi organizasyon halini alması ile kısa sürede dağılıverdi. Her etnik grubun, kendi siyasi organizasyonu peşinde gitmesi önce Osmanlıcılığı yıktı. Sonra İslamcılık ile Araplar, devlet bünyesinde tutulmak istendi. O da mümkün olmayınca Türkçülük'ten başka çare kalmadı.

Türkçüler, her ne kadar Fransız İhtilali'nin tesiriyle başlayan milliyetçilik hareketlerinin tesirindeyse de, asıl milliyetçilik ruhu bütün Türk aydınlarında mevcut idi.. Sadece, devletin politikası değildi.. Sonunda o da gerçekleşti.

Türkçülüğün Esasları

Türk Milliyetçiliği'ni "Türkçülüğün Esasları" başlığı altında sistem haline getiren Ziya Gökalp, Türkçülüğün babalan olarak Ahmed Vefik Paşa ve Süleyman Paşa'yı gösterir.

Rusya'da ise iki büyük Türkçü vardı. Birisi Mirza Fethali Ahundof, diğeri Gaspıralı İsmail.

Gökalp'in Atatürk hakkındaki fikri ise şöyledir:

"Evvelce, Türkiye'de Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk'ündür. Bu topraktaki hakimiyet Türk hakimiyetidir. Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk Halkı hakimdir. Bu kadar kat'i ve büyük inkilabı yapan zat, Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek çok güçtür."

Gökalp, "Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, ahlakça, edebiyatça, müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir "der.

Irk Meselesi

Gökalp'in, "Atlarda şecere aramak lazımdır. Ancak, insanlarda ırkın sosyal hasletlere tesiri olmadığı gibi, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutarsak, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek gerekir. Bu mümkün olmadığına göre, Türk'üm diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur" görüşü, Atatürk tarafından, "Ne mutlu Türk'üm diyene" şeklinde ifade edilmiştir.

İşte Gökalp'in kurduğu sisteme göre Türçülüğün esasları:

* Türk'ün yalnız bir lisanı, bir tek kültürü vardır.
Kültürde birleşmeleri kolay olan Türkler: Oğuz Türkleri, yani Türkiye, Azerbaycan, İran, Harezm Türkmenleri'dir. Türkçülükteki yakın ülkümüz Oğuz Birliği, yahut Türkmen Birliği olmaldır. (1924 için)

* Türkçülüğün sonraki ülküsü ise Turan'dır. Turan kelimesini Türkler'den başka Moğollar'ı, Tengizler'i, Finler'i , Macarlar'ı da kapsayan bir kelime olarak almamak gerekir.

* Turan, Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kazak, Kıpçak (Tatar), Oğuz gibi Türk şubelerini kapsayan Büyük Türkistan'dır. Bütün Oğuzlar "Türk" adı ile birleşebilir. Yalnız, Kazaklar aynı kültürler vücuda getirirlerse, o zaman müşterek unvan ihtiyacı olacak, işte bu müşterek unvan Turan kelimesidir.

* Türkçülerin ülküsü Turan adı altında Oğuzlar'ı, Tatarlar'ı, Kırgızlar'ı, Özbekler'i, Yakutlar'ı, Kazaklar'ı lisanda, edebiyatta, kültürde birleştirmektir.

* Dün Türkler için bir milli devlet hayaldi, gerçek oldu. Turan da bir ülküdür. Gerçekleşecektir. Ancak, şimdilik yürürlük sahasında sadece Türkiyecilik vardır. (Cumhuriyet'in ilk yılları için) Kızıl Elma, yani Turan mazide gerçekleşmiştir. Hunlar, Gök Türkler, Oğuzlar, Kırgızlar, Kazaklar, Kor Han, Cengiz Han, Timurlenk, Turan ülküsünü gerçekleştirmedi mi? Turan, bütün Türk ilkelerinin toplamı olan bir Türk camiasından ibarettir. Osmanlı'da ise son dönemlerde idare edenler kozmopolit Osmanlı sınıfını, idare edilenler ise Türk sınıfını oluşturdu. Türk'e "Eşek Türk" denilirdi. Türkler arasında mezhep ayrılığının ortaya çıkması bile bu yüzdendir. Çünkü, Türklerin uğradığı eziyet, halk şeyhleri tarafından Ehl-i Beyt'in uğradığı eziyete benzetiliyordu.

* Sünni kalan Türkler de Osmanlı Kültürüne lakayıt kaldılar. Halk şairleri, halkın hediyeleri ile saray şairleri, sarayın "caize"si ile geçinirdi.

* Eski Türklerde "İl" demek "barış" demekti. "İlhan" ise "barış hakanı" demekti. Türk ilhanları kendilerini beynelmilel barışı sağlayan kimseler olarak görürlerdi Atilla'nın unvanı da Tanrı kut idi. Ancak Avrupalılar bu unvanı "Tanrı'nın Belası" diye tercüme ederek günah işlemişlerdir. Attila, mağlup milletler ne zaman barış istese kabul eden bir ilhan idi.

Kültür - Medeniyet


* Gökalp'e göre bir kavim kültürde yükseldikçe, siyasette de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Yükselen kültürden, yükselen bir medeniyet doğar. Medeniyet de milli kültürden doğar. Daha sonra diğer milletlerden de birçok müesseseler alır. Ancak süratli bir kültür değişimi ferdi seciyeyi bozar. Medeniyet değişikliği de milli kültürü bozar.

* Kültürü kuvvetli olan milletler, medeniyet
kuvveli olan milletlere daima galip gelmiştir.

* Türkçüler tamamiyle Türk ve Müslüman kalmak kaydıyla, Batı medeniyetine girmek isterler fakat bundan önce milli kültürümüzü arayıp bularak meydana çıkarmamız gerekir. Deha, esasen halktadır.

* Akdeniz medeniyetinde, yani Sümerler'in, Hititler'in, Asurlar'ın, Fenikeliler'in medeniyetlerine Yunanlılar varis oldu. Yunan medeniyetine de Romalılar.

* Avrupalılar Batı Roma'ya, Müslüman Araplar, Doğu Roma'ya varis oldular. Acemler gibi Türkler de mantığı, felsefeyi, tabii bilimleri tıbbı ve diğerlerini Araplar'dan iktibas ettiler. Müslümanlar haremlik selamlık, çarşaf, peçe gibi adetleri Hristiyan Bizans'tan ve Müslümanlardan aldı.

Skolastik Felsefe

* Avrupa, Rönesans ve reform ile skolastik felsefeden kurtuldu. Biz ise hala skolastiğin tesiri altındayız. Doğu Avrupa'nın Ortodoks milletleri de halen skolastiğin tesirinden kurtulamadılar. Ruslar, Deli Petro zamanında Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçtiler. Doğu medeniyeti, bugünkü hali ile gelişmeye engeldir.

* Avrupa medeniyetinin gelişmesi, şehirleşme ve iş bölümünün gelişmesi ile doğmuştur. Doğu'da ise şehirleşme ve iş bölümü azdır. Bunun bir örneği de ilimlerdeki iş bölümüdür. Avrupa'da her ilmin ayrı uzmanları yetişti. Doğu'da ise uzmanlaşma yoktur. Doğu'da bilim adamı, bütün ilimlerle ilgilenirdi.. (Dünya bugün yine bütün ilimlerle ilgilenen bilim adamı yetiştirenlerin elinde.)

* Batı'da siyasi kuvvetler ayrılığı yani, yasama yürütme, yargı ayrılığı benimsendi. Tanzimatçılar, Avrupa medeniyetini almaya teşebbüs etti. Ancak yeterli ilmi araştırma yapmadan, esaslı bir ülkü ve program oluşturmadan yarım-tedbirli oldular. İki medeniyeti birleştirmek istediler. İki türlü kanun, iki türlü mahkeme, iki türlü vergi, iki türlü bütçe doğdu. Medrese ile mektep ayrılığı doğdu. Yâlnız Harbiye ve Tıbbiye'de ikilik olmadı. Bunlar da milli hayatımızı kurtardılar. Yeniçerilerin askerliğiyle, hekimbaşıların doktorluğu ile kalsaydık bunu yapabilir miydik? Ancak diğer mesleklerdeki yeniçerilikler devam etti.

* Japonlar, dinlerini ve milliyetlerini muhafaza etmek şartıyla Bati medeniyetine girdiler. Bu sayede her hususta Avrupa medeniyetlerine yerleştiler. Böyle yapmakla, dinlerinden, milli kültürlerinden hiçbir şey kaybettiler mi? Asla! O halde, biz niçin tereddüt ediyoruz?

* Rumi takvim Rumlar'a aitti. Bıraktık, Miladi takvimi aldık. Aynı şey, Aristo mantığını bırakıp, Descartes-Bacon mantığını alırsak bunun dinimize ve kültürümüze ne zararı olabilir? Eski ilimleri Araplar yolu ile Bizans'tan almıştık. Terk edeceğimiz şeyler hep Bizans'tan aldığımız şeylerdir.

* Birbirine benzemeyen üç tabakamız var; Halk, medreseler, mektepliler. Bir milletin böyle üç yüzlü bir hayat yaşaması normal olabilir mi?

* Hülâsa, Türk milletindenim. İslam ümmetindenim. Batı medeniyetindenim.
Gökalp, "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" diye sloganlaştırdığı görüşlerini şöyle ifade etmiştir:

* "Türk milletindeniz" dediğimiz için, lisanda, edebiyatta, ahlakta, hukukta, hatta diniyatta ve felsefede Türk kültürüne, Türk zevkine, Türk vicdanına göre bir orijinallik, bir şahsilik göstermeye çalışacağız.

* "İslam ümmetindenim" dediğimiz için, namazımızda en mukaddes kitap Kur'an-ı Kerim, en mukaddes insan Hazreti Muhammed, en mukaddes mabed Kabe, en mukaddes din İslam olacaktır.

* "Batı medeniyetindeniz" dediğimiz için de, ilimde, felsefede, fende, diğer medeni sistemlerde, tam bir Avrupalı gibi hareket edeceğiz.

Türkler Köylüleşti

* Diğer kavimler, Osmanlı camiasından irfanlı, medeniyetli ve zengin bir halde ayrılırken, zavallı Türkler, ellerinde bir kırık kılıçla eski bir sabandan başka bir mirasa nail olmalıdırlar. Çünkü, "Reaya" halini almışlardı. Şimdi cemiyet ve millet haline yeniden geliyoruz. Tarih gösteriyor ki, nereye milliyet ruhu girdiyse, orada büyük bir terakki ve tekamül cereyanı doğdu. Milli vicdanı uyanmış bir ülkeye kocaman ordular yönlendirilse bile orada en küçük bir nüfuz kazanmak mümkün değildir. Amerika'nın Ermenistan'da ve Türkiye'de manda kabulüne yanaşmaması, buralardaki milli vicdanın şiddetini göstermesinden dolayıdır.

Arap ülkelerinde ise milli vicdan henüz uyanmamıştı.

* İslam aleminde, milli vicdanın gelişmesine engel olmak, Müslüman milletlerin istikbaline engel olmak demektir. Diğer islam ülkelerinde de milli vicdanı uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmak gerekir.

* Türkiye'de yüzlerce, hatta binlerce vatan haini zuhur etti. Ancak medeni ahlakı düşük olan İngiltere'de tek bir vatan haini çıkmadı. Biz de milli birliği kuvvetlendirmek için vatani ahlakı yükseltmeliyiz. Milli kültürümüzü, bütün güzellikleriyle ne zaman ortaya çıkarırsak, vatanımızı en çok o zaman seveceğiz. Yalnız tehlike anlarında değil, barış anlarında vatan için büyük şahsi ve zümrevi ihtiraslarımızı feda edebileceğiz.

* Kıymetin birinci derecesinde milletdaşlarımızı, ikinci derecesinde ümmetdaşlarımızı, üçüncü derecesinde medeniyetdaşlarımızı, dördüncü derecesinde bütün insanları görmemiz ve onları derecelerine göre sevmemiz lazım gelir.

* Milli birliği kuvvetlendirmek için vatani ve medeni ahlaklardan sonra, bir de mesleki ahlakı yükseltmek gerekir. Bu milli hürriyet ve istiklalin temelidir.

* Milli müzeleri, Etnografya müzelerini, milli arşivleri, milli tarih kütüphanelerini, geliştirmeliyiz.

* Türkçülük, kozmopolitlikle uzlaşamaz. Hiçbir Türkçü kozmopolit olamaz. Hiçbir kozmopolit de Türkçü olamaz. Fakat, her Türkçü, aynı zamanda beynelmineliyetçidir. Çünkü hem milli hem de beynelmilel olarak iki sosyal hayat yaşamaktayız.

Bizde Fransızlara, İngilizlere, Almanlara, Ruslara, İtalyanlara ait güzellikler ancak egzotik güzellikler olabilir. Bu güzellikleri sevmekle beraber hiçbir zaman gönlümüzü onlara vermeyeceğiz. Hiç birinin kültürünü taklit etmemize imkan yoktur. Bütün , kültürüne kıymet veririz ve hürmet ederiz. Türkçülük; bütün aşkıyla yalnız kendi orijinal kültürüne meftundur. Ancak şoven ve mutaasıp da değildir.

Gökalp'in Hazırladığı Türkçülüğün Programı


* Lisanda Türkçülük yapacağız. Milli lisanımız İstanbul Türkçesidir. Türkçesi bulunan ve hiçbir özel anlamı olmayan kelimeleri artık lisanımızdan atmalıyız. Ancak, lisanımızda olmayan kelimeler için buna gerek yoktur. Halkın kullandığı dil, Tükçenin temeli olmalıdır.

* Herhangi bir lisanın mükemmeliyeti, her kelimesinin yalnız bir anlama, her anlamın da yalnız bir kelimeye malik olması ile vücuda gelir. Yapmamız gereken budur. Bir milletin kamusuna girmiş kelimeler, artık o milletin milli lisanına mal olmuştur. Eski Türkçe kelimeleri diriltmeye gerek yoktur. Ancak, Arapça ve Acemce kaideler kaldırılmalıdır.

Edebiyatta; şiirde, vezinde, müzikte, diğer sanatlarda Türkçülük şarttır.

* Türkler ahlakta birinci millettir. Vatani ahlakı, mesleki ahlakı, aile ahlakını, medeni ahlakı, beynelmilel ahlakı kuvvetlendirmeliyiz.

* Hukukta da Türkçüyüz. Teokraside kanunları halifeler ve sultanlar yapar. Klerikalizmde ise, kendilerini Allah'ın tercümanı yerine koyan ruhaniler, yani bir ruhban sınıfı tefsir yapar. (İslam'da ruhbanlık yoktur)

* Halbuki, milletin bütün fertleri birbirine eşittir. Özel imtiyazlara malik, hiçbir fert, hiçbir aile, hiçbir sınıf mevcut olamaz.

* Kanunlarımızda eşitliğe, hürriyete ve adalete aykırı ne kadar kaide varsa hepsine son vermek lazımdır.
Dinde Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerde vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını okuyup anlayamazsa, tabiidir ki, dinin hakiki mahiyetini anlayamaz. Anlamadığı için de ibadetlerden dini bir zevk alamaz. İbadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır.

* İktisatta siyasette, felsefede Türkçülük şarttır.

* Türkçülük siyasi bir parti değildir: ilmi, felsefi bedii bir okuldur. Bu sebepledir ki, Türkçülük, şimdiye kadar bir parti şeklinde siyasi mücadele meydanına atılmadı. Ancak, Türkçülük, büsbütün siyasi ülkücülere de tarafsız kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, siyasi ülkülere de sahiptir. Bu yüzden, Halk Fırkasının (Cumhuriyet Halk Partisi'nin) esasları Türkçülük esaslarıdır. Devletimize "Türkiye", halkımıza "Türk Milleti", adlarım bu fırka verdi. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Türkçülüğün siyasi programını tatbik etti. Bütün Türkçüler İstiklal Savaşın'da vatanın müdafileri oldu.


* Türkiye'de Allah'ın kılıca halkçıların pençesinde ve Allah'ın Türkçülerin elinde idi. Türk vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem birleşti. Bu evlilikten bir cemiyet doğdu ki adı Türk milletidir.

* Her Türkçü, siyaset sahasında halkçı kalacaktır. Siyasette mesleğimiz halkçılık; kültürde mesleğimiz Türkçülüktür.

* İlim beynelmileldir. İlimde Türkçülük olmaz. Fakat, felsefede Türkçüyüz. Türklerde yüksek felsefe gelişmemiş olmakla beraber, halk felsefesi yüksektir. İşte felsefi Türkçülük, bu milli felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır. Bu arada Gökalp'in "Kültür millidir medeniyet evrenseldir" görüşünü de belirtmeliyiz.

Kısaca, Gökalp'in çizdiği "Türkçülüğün Esasları" böyledir.

Atatürk'ün Türkçülüğü:

"Cenneti Gören Uhut Şehitleri Gibi Türk Birliğini Görüyorum."

Gökalp'in programı "İstiklal Savaşı"ndan sonra Mustafa Kemal'in programı oldu. Hatta, bazı konularda Mustafa Kemal, Gökalp'i geride bıraktı. "Bir Türk dünyaya bedeldir" diyen Atatürk. Türk ırkını üstün tutuyordu. Türk ırkının damarlarında "asil kan" dolaşıyordu. "Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, başına geçireceği insanların kanındaki asli cevheri tayin etmekten bir an uzak olmasın" sözleri Atatürk'e aitti.

Söylevlerinde hep milletleşmekten bahsediyordu. "Bir ulusun inkılabını, hazır elbise gibi giyme teşebbüsü, onu tatbik eden milletler için fena neticeler doğurmuştur" diyordu.

Mahmut Esat Bozkurt'a verdiği "Türk inkılabı Tarihi Enstitüsü" derslerinde "Türk ihtilali, öz Türkler'in elinde kalmalıdır" diyordu.

İsmet Paşa da Ankara Hukuk Fakültesi'nde 20.11.1932 günü yaptığı konuşmada, "bu memleket Türkiye'nindir Burada yaşayanlar Türk'türler. Türk vatanperverliği ve Türk milliyetçiliği bu memleketin idaresinde mukadderatında müessir ve hakimdir" diyordu.

İstiklal Marşı'nda: "Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal" ve "Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal" ifadesi, onuncu yıl marşında: "Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız", Harbiye Marşı'nda; "Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız", Yedek Subay Marşı'nda; "Türklüğün öz cevheri taşar temiz kandan", Kuleli Marşı'nda; "Hayat umar vatan tatlı sesinden, miras kalan asil kanla ceddinden", Piyade Marşı'nda; "Alnımda ırkımın hilali" sözleri Atatürk Türkiyesi'nin eserleridir.

Askeri okullara alınacak öğrencilerin öz Türk ırkından olmaları şartı 1944 yılına kadar devam etti. Dil-Tarih Coğrafya Fakültesindeki antropolojik incelemeler, kafa tası ile ilgili araştırmalar bu maksatla yapılmıştı.

Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1927'de ırk farkı gözetmeksizin cihangirane devlet kurma hırslarının zararlarından bahsetmektedir. Panislamizm ve panturanizme karşı çıkmaktadır ancak, Mahmut Esat Bozkurt'a 1937'de yazdırdığı kitabın 191'inci sayfasında şu cümlelere yer verilmiştir:

"Şu ciheti tebarüz ettirmeliyim ki; ben komünist değilim. Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim. Türk Birliği'nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Tıpkı Uhud'da şehit olurken, baş ucunda bulunanlara demiş ki, (Gidiniz, Peygamberinize deyin ki, onun şehitlerle müjdelediği cennetleri görüyorum ve şimdi oraya gitmek üzereyim.) Said, Müslümanlığa bu kadar inanmıştı. Ben de Türk Birliği'ne bundan fazla inanıyorum. Onu görüyorum, yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliği ile açacaktır. Dünya, sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Kaşgarlı Mahmut'un dediği gibi, "Tanrı, Türk'ü, insanlık şerlerinden, şakilerden kurtulsun diye yarattı" (Prof Dr. Hikmet TANYU)

Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk İhtilali" adlı eserinde tamamen ikinci elden, Atatürk'ün emriyle, Atatürk'ün görüşlerini seslendirmişti. Atatürk, bu kitabın, okullarda "İnkılap Tarihi Dersleri" adı altında okutulmasını emretmiştir.

Gökalp'in Turancılığı

Teori ile uygulama farklıdır ve farklı olmak zorundadır. Atatürk'ün sözleriyle Turancılığa karşı çıkıyor, ama eğitim-öğretimde Türk çocuklarına Oğuz Kağan destanın, Ergenekon destanının ve benzeri Türk destan motiflerinin gösterilmesini istiyordu. Lise tarih kitaplarında ise, bütün Türk cumhuriyetlerinin tarihine geniş olarak yer verdiriyor ve dünyada o tarihte 100 milyonun üzerinde Türk yaşadığını Türk çocuklarının beynine nakşetmek istiyordu. Türk destanları, bugün ilkokul kitaplarından kaldırılmıştır. Turan ülkeleri ile ilgili bilgiler de 1944'te İsmet İnönü'nün talimatıyla kitaplardan çıkarılmıştır. 1990'a kadar Türkiye'de bu sayede komünistler veya hızlı Batıcılar tarafından, Türkistan'daki Türkler için "Onlar zaten Türklük'ten çıkmıştır" propagandaları yapılmış ve maalesef taban bulmuştur. Türkiye'de halkın uyanması için Sovyetler Birliği'nin dağılması gerekmiştir.

Ziya Gökalp'in Turancılığı ise şu şekildeydi:

"İstanbul dilinin milli dil kabul edilmesi ve Avrupa medeniyeti içinde bir Türk kültürü mevcut olmalı.
Vatan ne Türkiye'dir, Türkler'e ne de Türkistan; Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan!
Turan, Türkler'in bütününü içine alan ve Türkler'den başkalarını dışta bırakan mefkurevi vatandır.
Turan, Türkler'in oturduğu Türkçe'nin konuşulduğu bütün ülkelerin toplamıdır."
Gökalp'de, Atatürk de Turancı doğdular, Turancı yaşadılar, Turancı öldüler. Ama, Atatürk'ün uyguladığı politikalardaki çelişkileri de izah etmek gerekir.

Çelişkinin Kaynağı

Çelişki, Atatürk'ün hedefinde değil, uygulamalarında var gibi görünür. Ancak bu çelişkileri, bir devlet kurmak için bütün varlığını ortaya koyan Atatürk'ün "Politik deha"sı ile izah etmek mümkündür.

İsmet Bozdağ, "Peki Atatürk neden, İnönü'yü ortadan kaldırmak istesin?" sorusuna şu yorumu getirmiştir:

"İsmet Paşa tam bir Batıcı idi. Atatürk ise milli idi. Milli kültürün korunmasını ve geliştirilmesini istiyordu. Kendisinden sonra devletin başına geçecek kişinin İsmet Paşa olduğunu tahmin ettiğinden, bunu devletin ve milletin geleceği açısından tehlikeli buluyordu. Benim görebildiğim sebep budur."

Atatürk'ün İnönü'yü "Benden sonra kimse, benim tarihi konumuma ulaşamasın" kıskançlığı ile ortadan kaldırmak istemiş olması ise mümkün değildir. Atatürk'ün ölümünden önce mason localarını da kapattırdığını bu tabloya eklemek gerekir.

Ve bir de İnönü döneminin uygulamalarını. Lozan'da verildiği iddia edilen tavizleri.

Peki neydi Lozan'daki taviz?
Bu taviz, milletin yaşaması için hayatı değiştirmeyi, yani Batı'nın bir parçası olmayı kabuldür. Bu taviz, "Hıristiyan anlayışında olur gibi görünmek" şeklinde uygulanmıştır.

Laiklik uygulamasının "İslam düşmanlığı" şeklinde dönüştürülmek istenmesinin sebebi budur.

Bu şekilde, Türkiye'nin Lozan'da elde ettiği Misak-ı Milli sınırlarının önemli kısmının Avrupa devletleri tarafından tanınması, Türk Milletini yeni bir savaşa, yok olmaya sürüklemeden, zamanla güçlenmesini sağlayacaktır.

Amerika'ya verdiği taviz ise, daha önce Almanlara verilen 2000 kilometrelik Bağdat demiryolu çevresinde bulunan 20'şer kilometrelik şeritteki bütün madenlerin ABD işletmesine verilmesi, ayrıca yurdun çeşitli bölgelerindeki önemli maden rezervlerin işletme hakkının da sadece ABD'ye tanınmasıdır.

Ancak, Atatürk'ün komünist partisi kurdurarak "komünist oluyoruz. Bolşevik oluyoruz" görüntüsü ile Rus desteği sağlanması, ABD'ye karşı Sovyet dengesini kurması üzerine, ABD'ye verilen taviz derhal rafa kaldırılmıştır.

ABD'nin Lozan'ı tanımaması, bugün bile Sevr'i gündeme sokmaya çalışması bu yüzdendir.
Demek ki, Lozan ve sonrasına uygulanan politika doğrudur. Netice vermiştir. 1993 şartlarında her şeye rağmen , "Güçlü bir Türkiye" ortaya çıkmıştır.

Atatürk, kesin bir Batılılaşma hiç istememiştir. Bir taraftan "Bolşevikleşiyoruz" görüntüsü ile Rusya'nın diğer taraftan "Batılılaşıyoruz, Hristiyan anlayışını yerleştiriyoruz" görüntüsü ile Avrupa'nın desteğini sağlamıştır. ABD'yi ise saf dışı bırakmıştır.

Atatürk hepsiyle dama taşı gibi; satranç piyonu gibi oynamıştır. Ve oynaması gerekiyordu. Ve hepsini mat ettiği gibi, Avrupa'yı da, Rusya'yı da, ABD'yi de mat etmiştir.

Federasyoncuların, Osmanlı görünümlü azınlık ırkçıların, adem-i merkeziyetçilerin, bölücülerin ve bunlara alet olan Türk gençlerinin, hatta yıllarca "Ülkücü saflar" da yer almış ve sonra "İslam'da kavmiyetçilik yoktur" diye bu safları terk etmiş Türk milliyetçisi gençlerin anlamadığı politikalar işte bunlardır.

Kur'anı Türkçe hikmetlerle anlatan Ahmet Yesevi Türk Milliyetçiliği yapmadı mı? Şeyh Nakşibendi, Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Türk Milliyetçiliği yapmadı mı? Alparslan'lar, Kılıçarslan'lar, Osman Gazi'ler, Fatih'ler, Yavuz'lar, Kanuni'ler, Türk Milliyetçiliği yapmadılar mı? Onlar ne kadar milliyetçi ise biz de o kadar milliyetçiyiz. Onlar ne kadar ümmetçi ise biz de o kadar ümmetçiyiz. Onlar ne kadar "ilimci" ise biz daha fazla "ilimci"yiz. Ama medeniyet, insanlığın ortak malıdır. Doğu Medeniyeti-Batı Medeniyeti yoktur. Bir tek medeniyet vardır. O da insanlığın ortak medeniyetidir. O halde, Gökalp'in "Batı medeniyetindenim" de böyle algılamamız gerekir.
Yani "ilim, müminin yitik malıdır" nerede olsa aranmalıdır.

Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarı veya azı dişleri çıkmamış canavarı değil, biz gerçek medeniyetin kaynağı "bilgi"yi aramalıyız. Bunun için tek çıkar yol ilimdir.

Simdi, Atatürk döneminin ve öncesinin çelişkilerine bakalım.

Cumhuriyet İdeolojisi


Cumhuriyet ideolojisinin çelişkilerini, Hayati Tüfekçioğlu, Atatürk'ün çıkardığı Hakimiyeti Milliye gazetesinin Aralık 1928-31-Aralık 1929 tarihleri arasındaki sayılarını inceleyerek ortaya koymuştur.

İşte Tüfekçioğlu'nun vardığı sonuçlar:

Osmanlı'nın yıkılış şartları içinde oluşan yeni Türk devleti, çıkarlarını dünya egemenliğini tartışmasız şekilde ele geçiren Batı'nın genel siyaseti içinde aramaktadır.

Türk tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olan Batılılaşma tercihi geleneksel kimliğin yerine yeni bir kimlik oluşturulması sorununu da gündeme getirmiştir.

Osmanlı'nın yıkılmasından sonra o günün şartlarında geçerliliğini yitirmiş bulunan geleneksel Doğu siyasetiyle birlikte eski kimlik de tamamen tasfiye edilmektedir. Ve yoğun bir Osmanlı eleştirisi ile birlikte Osmanlı'yı tanımlayan her şeyi kötü kabul edilmekte, yeni kimlik tamamen bir Osmanlı eleştirisi üzerine kurulmaktadır.

Yeni kimliğimizin oluşmasına yön veren kişi Ziya Gökalp olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'na çıkış yolları arayan İttihat ve Terakki partisinin ideologu sayılan Gökalp, imparatorluğun yıkılışından sonra, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ideolojik temellerinin oluşmasındaki büyük katkısıyla aslında Cumhuriye'tin ideologu sayılabilecek bir düşünürümüzdür.

Yurdumuzda, sosyolojinin öncülerinden olan Ziya Gökalp, sorunlarımıza sosyoloji bilimi çerçevesinde çözüm yolları aramıştır. Batı medeniyeti potası içinde Türkçülük ile yeni kimliğimizi oluşturmaktadır.

Ziya Gökalp'in Türkçülük siyaseti, tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Garp medeniyetine tam ve kati bir surette girmeyi gerektirmektedir. Fakat Garp medeniyetine girmeden evvel milli harsımız aranıp bulunacak, milli harsımız meydana çıkacaktır. Milli harsın aranacağı yer ise "köy"dür. Böylece köycülük çalışmaları bu zemin üzerine temellendirilecektir.

Ziya Gökalp, sorunu kültür ve medeniyet kavramalarının uygulandığı bir formülle izah etmektedir.
Gökalp'e göre' medeniyet milletlerarası olduğu halde, kültür millidir. Medeniyet bir ulustan başka bir ulaşa geçer, kültür geçmez. Buna bağlı olarak bir ulus kültürünü değiştirmeden başka bir medeniyet alanına girebilir ve kimliğini koruyarak yaşayabilir. İşte Türk milleti de yıkılan Osmanlı medeniyeti yerine, kendi kültürünü koruyarak Batı medeniyetine girecektir. Türkiye, Doğu uygarlık alanadır.

Sorunların temel sebebi burada bulunmaktadır. Burada. kültür medeniyet ayrımı konuya açıklık getirmektedir.

Değiştirilmesi gereken sadece medeniyettir. Kültürümüz korunacaktır. Uygarlık değişimi de basit bir teknik sorundur. Uygarlığın uluslararası niteliği Batı uygarlığını bizim de rahatlıkla benimsememize izin verecektir.

Böylece yeni Cumhuriyet'in ideolojik temellerini oluşturan batılcılık, Ziya Gökalp'in kültür medeniyet ayrımının uygulandığı bir formüle hiçbir sakıncası bulunmayan teknik bir konu olarak benimsetilmek istenecektir.

Durkheim sosyolojisinden yola çıkarak, milli bir sosyolojiden söz etmesi çelişkili bir durum olarak da görülen Ziya Gökalp'in, kültür uygarlık ayrımı eleştirilere uğramıştır. Emre Kongar, "Gökalp'in en zayıf kaldığı konu hars ve medeniyet ayrımıdır" demekte ve kültürde medeniyetin belli maddi araçlarla manevi değerler arasında çok yoğun etkileşim bulunduğunu, bir toplumun başka bir toplumdan yalnızca din, ya da yalnızca teknik alamayacağını, etkileşim başlayınca bunun günlük hayatın tüm alanlarını kapsayacağını söylemektedir: "Gökalp'in Batı uygarlığının bilimini, tekniğini, aklını alıp öteki alanlarını ulusal kültürünü özgün öğeleriyle doldurma önerisi mümkün değildir. Kaldı ki kültür ve medeniyet kavramları, Bati tarafından ve Batı siyasetine yarar amacıyla geliştirilmiş kavramlardır. Halbuki, "kendi toplumumuzun düzen ve arayışlarına kendi bakış açımızdan kaynaklanan, güçlükleri çözmede geçerli ele alış biçimlerine ulaşabilen" bir sosyoloji anlayışıyla kendi tarihimize de dayanmak şartıyla ulaşmak "hiç değilse dünü ile batılı olmayan toplumumuz için" geçerli olacaktır."

Gökalp'in Kültür-uygarlık ayrımının getirdiği bakış açısıyla Türk kültürünün Osmanlı'dan farklı gösterilen Anadolu köylüsü vasıtasıyla korunduğu ve sürdürüldüğü öne sürülmekte ve yeni devlette bir köylücülük akımı başlamaktadır.

Anadolu Köylüsüne, Klasik Batı Müziği Konserleri

Köylerden, masallar, ata sözleri derlenmekte, buralardan toplanan numuneler için Ankara'da Etnografya Müzesi kurulmaktadır. Fakat bunun yanında yeni ve Batılı bir hayat şekli sunulmaktadır. Ankara'da Batı'nın yalnız ilim , tekniği alınacak denmektedir, ama günlük hayatta Batı'dan alınanların bütün yaşantıyı kuşattığı görülmektedir. Danslar, balolar, garden partiler, maskeli balolarla oluşturulan yeni şekli, Batılı olmanın bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Kıyafet, müzik, her şey Batı'nın ki gibi olmaktadır. Köyden alınanlar ise Etnografya Müzesi'ne kaldırılmaktadır. Ortaya konulan tezle, yaşayanların aynı olmadığı dikkat çekmektedir. Bir yandan milli kültürümüzün kaynağı olarak köy gösterilmekte, diğer yandan düzenlenen turnelerle Anadolu köylüsüne Klasik Batı Müziği.

Görüldüğü gibi yeni kimliğin oluşturulma çabalarının Hakimiyet-i Milliye gazetesine yansıyış şeklinin gerisinde Ziya Gökalp'in fikirleri yatmaktadır.

Gökalp'i değerlendirirken, yıkılan bir imparatorluğu ve bu şartlar içinde kurulan yeni devleti de göz önünde tutmak gerekmektedir. Gökalp, sorunlara zamanın şartlan içinde çözüm bulmak isteyen bir düşünürdür.

Ziya Gökalp, Türk sosyolojisinin öncülerindendir. Sosyoloji bilimi de yeni Türkiye'nin kuruluşunda önemli görevler üstlenmiştir. Sosyoloji, Türkiye'nin Batılılaşma girişimleri sırasında yeni bir kimlik oluşturma çabalarına yol göstericilik yapmıştır. İlk günlerinde siyasi tartışmalara yön verebilecek bir etkinliği elinde tutmuştur.

Bu çalışmadan yurdumuzda sosyoloji biliminin kendisi hakkında da sonuç çıkarmak mümkündür. Cumhuriyet rejimiyle sosyoloji ilişkilerinin çok içice bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Rejimin tasarıyla, sosyoloji çalışmaları adeta örtüşmektedir. Böylece sosyoloji tarihimize bir başka açıdan
bakıldığında ilgi çekici sonuçlar çıkabileceği görülmektedir.

Ancak Türkiye, seçimlerini tartışmaya yer vermeyecek biçimde gerçekleştirince, yurdumuzda sosyoloji bir anda işlevini yitirmiştir. Görevi tamamlayan sosyoloji adeta bir yurttaşlık bilgisi olarak liselerimizde okutulur hale gelmiştir. Türkiye'de, sosyoloji çalışmaları ise artık üniversitelerde sınırlı kalmıştır. (Hayati TÜFEKÇİOĞLU)

Görüldüğü gibi, Ziya Gökalp'in Kültür-Medeniyet çelişkisi, Durkheim sosyolojisinden kaynaklanmaktadır. Bu çelişki, Atatürk dönemine de kısmen yansımıştır. Bilhassa İsmet Paşa, "İslam kaldıkça, bağımsızlığımız tehlikededir" görüşünde olduğu için, Batı kültürünü medeniyetle birlikte aynen alıp uygulamayı öngörmüştür. İşte bu çelişkiler günümüze kadar varlığını sürdürmüş, Türk dünyasının ortaya çıkması bile, Devlete ve sosyolojinin görevini üstlenen medyaya gerçekleri tam anlamıyla göstermiştir.

Türkiye, yeniden vatan topraklarının peşkeş çekildiği etnik kökene ve dine-mezhebe dayalı partilerin kurulduğu, Prens Sabahaddin'in öngördüğü adem-i merkeziyetçiliği, federasyonculuk şeklinde hortladığı, ekonomi ve medya dünyasını oluşturan insanlarımızın da, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesine aykırı bu harekeden maddi ve manevi olarak desteklediği günlere geri dönmüştür. Öyle ki, Fener Rum Patriği bile, artık Ege'de, Karadeniz'de cirit atarak Papaz Piyer Lermit gibi dolaşabilmektedir.

Ziya Gökalp'in kültür-medeniyet çelişkisi, Atatürk'ün uygulamalarında da görülmekle beraber, İnönü döneminden itibaren tam anlamıyla bir Batıcılık başlamış, Menderes döneminde ABD'nin "yardım yap ve denetle" politikası ile birlikte, Türkiye bağımsızlığından taviz vermeye başlamıştır. Sonraki dönemlerde, Türk yönetilmeye başlanmıştır.

Şimdi, Ziya Gökalp'in çelişkisini gidererek ve 21'inci yüzyılı Türk yüzyılı yapabilecek, hatta "üçüncü bin yıl" ı etkileyerek yeni bir yapıya ihtiyacımız vardır. Kaynağı, Türk kültür ve tarihinden, Ziya Gökalp'in fikirlerinden ve Atatürk'ün uygulamalarından alan, fakat Türk insanı ile birlikte, bütün insanlığa hitap edebilecek bir üçüncü bin yıl ideolojisi.

Ziya Gökalp, bugün var olmamızı sağlayan mücadelenin fikir babasıydı. Şimdi Türk Ocağının İstanbul şubesi olarak da faaliyet gösteren II. Mahmut türbesinin arkasında yatarken diğer Türkçüler'le birlikte üçüncü bin yıla hazırlanan bugünkü Türkçüler'e güç veriyor, fikir veriyor, ilham veriyor

TÜRK TARİHİ

Tarihte Türk devletleri

Türk'ün Manası

Türk adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir. çin kaynakları Tu-küe (Türk)'ü miğfer olarak , ıslam kaynakları ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmiş,olgunlukçağı ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmiştir.
XIX. asırda A. Vambery'nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise Türk kelimesi "TÜREMEK"ten gelmektedir. Zira Gökalp bunu "TÜRELİ" yani kanun ve nizam sahibi olarak açıklamıştır.

Ancak Türk sözünün cins isim olarak "Güç-KUVVET" manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin milletin adı olan "Türk" kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,aynı iddia G. Nemeth'in tetkikleri ile de ispat edilmiştir.

Ayrıca Türk kelimesinin cins isim olarak "ALTAYLI" (Ceyhu ötesi Turanlı) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yıllarına ait bir Pers metninde,daha sonradan 515 hadiseleri dolayısıyla "Türk-Hun"(Kudretli-Hun) tabirleride geçtiği bilinmektedir.
ıran kaynaklarında Türk sözü "Güzel ınsan" karşılığında kullanılırken, XI. yy'da Kaşkarlı Mahmut "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini " belirterek,"Gençlik,kuvvet,kudret ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin "Güçlü-Kuvvetli" anlamına geldiğini kabul etmektedirler.

Türk Soyu

Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. çin,Latin ve Grek kaynaklarında Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türkler'in tarih boyunca en çok temasının Mogollar'la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türkler'in idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara Türkler'le beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.

Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türkler'in beyaz ırka mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan "Europid" adı verilen grubun "Turanid" tipine mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı)dır. Türklerin kendilerini başta "Mongolid" Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere sahip oldukları tespit edilmiştir. Türkler'in hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.
Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli ,koyu parlak gözlü, değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta ıran edebiyatında Türk sözü "Güzel ınsan" manasında kullanılmıştır. Tevrat'ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.

Türk Yurdu

Yeryüzünde 350 milyonu aşan sayıları ile çok geniş bir bölegeye yayılan Türkler'in ilk anayurdu'nun tesbiti birçok bilimadmını asırlarca meşkul eden büyük bir konu olmuştur. Bilim adamları ve araştırmacılar yaptıkları çalışmalar sonucu Türkler'in ilk Anayurdu ile ilgili bir çok iddialar ortaya tmışlardır.

Tarihiçler , çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağlarını,

Etnologlar,ıç Asya'nın kuzey bölgelerini,

Dil araştırmacılar,Altaylar'ın veya Kingan Dağları'nın doğu ve batısını,

Kültür Tarihçileri , Altay-Kırgız Bozkırları arasını,

Sanat tarihçileri , Kuzeybatı Asya sahasını,

Antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasını ilk Türk Anayırdu olarak iddia etmişlerdir.

Bütün bu araştırmalara göre ilk türk yurdunun kesin sınırlarını çizmek mümkün olmamaktadır. Zira Türkler'in ilk zamanlardan itibaren çok geniş bir sahaya yayılmaları bu tesbitte güçlük çıkartmaktadır.

Bununla beraber son yıllarda yapılan dil araşturmaları ve yukarıda yapılan çalışmalar göz önüne alındığında , ilk Türk yurdunun "Altay Dağları'ndan, Urallar'a kadar uzanan , Hazar Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından,Tanrı Dağları'nı kapsayan çok geniş bir bölge olduğudur."

Tarihi akış içerisinde meydana gelen göçler sonucu Anayurtları'ndan çok uzak mesafelere ve geniş bir coğrafialana yayılan Türkler, bugün Balkanlar'dan doğuya çin Seddi'ne ,Kuzeyde Sibirya Bozkırları'ndan Güneyde Horasan, Afganistan,Tibet'e kadar olan bölgeleri yurt tutmuşlardır.

NİHAL ATSIZ ın HAYATI Türkçü, fikir adamı, tarihçi, Türkolog, şair ve roman yazarı Hüseyin Nihal Atsız 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul'da dünyaya gelir.Babası Gümüşhane'nin Torul/Dorul Kazası'nın Midi Köyü'nün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Makine Önyüzbaşısı Hüseyin Efendi'nin oğlu Deniz Güverte Binbaşısı Mehmed Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır Anne ve baba tarafından asker bir aileye mensup olan Atsız, ilk öğrenimini Kadıköy'deki Fransız ve Alman Mektebi, Süveyş'teki Fransız Mektebi, Kasımpaşa'daki Cezayirli Gazi HasanPaşa, Haydarpaşa Osmanlı İttihad Mektebi'nde, ortaöğrenimini ise Kadıköy ve İstanbul Sultanîsi'nde tamamlar 1922 yılında imtihanla Askerî Tıbbiye'ye girmesine rağmen, üçüncü sınıfta iken Ziya Gökalp'ın cenaze töreninin yapıldığı günün akşamı öğrenciler arasında çıkan bir kavgada gayet ağır bir ceza alır. Ayrıca aralarında birtakım meseleler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesud Efendi adlı bir teğmenin kasdî bir şekilde ve lüzumsuz bir yerde istediği selamı vermediği için, 4 Mart 1925 tarihinde Askerî Tıbbiye'den çıkarılır . Bu hadiseden sonra Kabataş Lisesi'nde üç ay öğretmen vekilliği, daha sonra Deniz Yollarının Mahmut şevket Paşa gemisi katip muavinliği yapmışsa da asıl Türk tarihi ve edebiyatı ile ilgili araştırmalara merak sardığı için 1926 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolmasına rağmen, bir hafta sonra askere alınır, 1926-1927 yıllarında, dokuz ay süreli olarak İstanbul Taşkışla'da askerlik görevini ifa eder . Bundan sonra tekrar Yüksek Muallim Mektebi'ndeki talebelik hayatına dönen Atsız, Ahmet Naci isimli arkadaşı ile birlikte hazırladığı ve Türkiyat Mecmuası'nda yayımlanan "Anadolu'da Türkler'e Ait Yer İsimleri" adlı makale ile hocası Fuad Köprülü'nün dikkatini çeker. 1930 yılında Edirneli Nazmi'nin Divan-ı Türkî-i Basit isimli eseri üzerinde mezuniyet tezi hazırlayarak aynı yıl mezun olur . ----------------------------------------------- 1950-1952 ve 1962-1964 yıllarında devam ettirdiği Orkun'dan sonra 1 Ocak 1964 tarihinden itibaren Ötüken adıyla çıkardığı dergide, Türkiye'de gittikçe hız kazanan bölücülük hareket ve tertiplerini açıklayan bir seri yazısı yüzünden, sonunda Yargıtay'ın kararı bozmasına rağmen, oy çokluğu ile on beş ay hapse mahkûm edilmiş, Toptaşı Cezaevi'ne sevk edilmiş , bir müddet sonra reviri olan Sağmacılar Cezaevi'ne nakledilmiştir. Bir buçuk yıllık cezası kesinleşince, onun bilgisi dışında milliyetçi aydın çevrelerin harekete geçmesi ve yağan protesto telgrafları üzerine Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün yetkisini kullanması sonucu 22 Ocak 1974 tarihinde Bayrampaşa Cezaevinden tahliye edilmiştir . ----------------------------------------------------- ESERLERİ Tarih, edebiyat, edebiyat tarihi ve bibliyografya gibi değişik sahalarda çok sayıda kitap ve makalenin sahibi olan Atsız'ın eserlerini şöyle sıralayabiliriz: - Çanakkale'ye Yürüyüş, İstanbul 1933. - 16. asır şairlerinden Edirneli Nazmi'nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemmiyeti, İstanbul 1934. - Komünist Don Kişotu Proleter Burjuva Nazım Hikmetof Yoldaşa, İstanbul 1935. - Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, I. Bölüm, En Eski Zamanlardan başlayarak Apar Sülalesinin düşmesi tarihi olan Miladi 552'ye kadar, İstanbul 1935. - 15. Asır Tarihçisi şükrullah, Dokuz Boy Türkler veOsmanlı Sultanları Tarihi, Eski Türklerle Fatih Sultan Mehmed'in tahta oturuşuna kadar olan Osmanlı tarihinden bahseder,İstanbul 1939. - Müneccimbaşı, şeyh Ahmed Dede Efendi, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1940. - 900. Yıldönümü (990-1940), İstanbul 1940. - İçimizdeki şeytanlar, İstanbul 1940. - Türk Edebiyatı Tarihi, En eski çağlardan başlayarak Büyük Selçukluların sonuna kadar, İstanbul 1940. - Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941. - En Sinsi Tehlike, İstanbul 1943. - Hesap Böyle Verilir, İstanbul 1943. -İ. Süruri Ermete (Üçüncü dereceden harb malûlü piyade subayı), Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir(Türk-Rus Savaşının özeti), İstanbul 1946. - Yolların Sonu, İstanbul 1946. - 18 Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946. - Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949. - Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1949. Türkiye Yayınevi'nin bu ad altında kurduğu dizinin bu ilk cildinde şu yayınları vardır: a- Ahmedî, Dastan ve Tevarih-i Mülûk-ı al-i Osman, b-Şükrullah Behçetüttevarih, c- aşıkpaşaoğlu Ahmed aşıkî, Tevarih-i al-i Osman. - Türk Ülküsü, İstanbul 1956. - Deli Kurt, İstanbul 1958. - Osman (Bayburtlu), Tevarih-i Cedîd-i Mir'at-ı Cihan, İstanbul 1961. - Osmanlı Tarihine Ait Takvimler I, 824, 835 ve 843 tarihli takvimler, İstanbul 1961. - Ordinaryüs'ün Fahiş Yanlışları, İstanbul 1961. - Türk Tarihinde Meseleler, Ankara 1966. - Birgili Mehmed Efendi Bibliyografyası, İstanbul 1966. - İstanbul Kütüphanelerine Göre Ebussuud Bibliyografyası, İstanbul 1967. - ali Bibliyografyası, İstanbul 1968. - aşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul 1970. - Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden Seçmeler I, İstanbul 1971. - Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden Seçmeler II, İstanbul 1972. - Ruh Adam, İstanbul 1972. - Oruç Beğ Tarihi, İstanbul 1973. - Türk Ansiklopedisi'nde 40 kadar madde. Ayrıca Atsız'ın yazdığı makaleler, dört cilt halinde Makaleler I, Makaleler II, Makaleler III, Makaleler IV, adıyla Baysan Yayınları tarafından İstanbul'da 1992 tarihinde yayımlanmıştır ATSIZ TANRI DAĞI'NDA NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU Burada baş sağlığı, orada gözler aydın; İki ayrı dünyada iki ayrı tören var. TANRI katından gelen bir yüce buyruk üzre, Aramızdan ansızın çadırını deren var. Orada ecdat ruhu şâdümanhk içinde Burada tamu içre gönüllerde boran var. Eksilmiş bir yanımız: çarpılmış gibiyiz hep TANRI korsun, sanki Bozkurtluğa kıran var. Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var. Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var. O gün Tanndağı'nda tan ağırdığı çağda. Dediler Oğuz Hanın otağına giren var. Ve Tanrı Kut Mete'nin huzurunda Atsız'ı Kür Şad'la Kül Tiğin le diz vururken gören var. Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR'AN var Dayanılmaz olsa da Atsız'lığın acısı Ulu Tanrı'ya şükür yine soy var. Turan var.

TÜRK MİLLETİ ASİL BİR BEYDİR BEYLERİN AGASI PAŞASI OLMAZ.!

https://manisali90.tripod.com/eray_demiray

Ülkücü hareket hiç bir zaman kişi veya zümrelerin tekelin de olma dı dün olduğu gibi bugünde çizgisinden taviz vermeden türk milletine hizmet edeceğiz..Davamız son nefes son nefer son damla kana kadardır...ALLAH Türkü korusun ve yüceltsin....(AMİN)

https://manisali90.tripod.com/eray_demiray

BOZKURT DESTANI
Bozkurt Destanı

Destan Hakkında bilgi:
Bilinen en önemli iki Göktürk Destanından birisidir. Bir bakıma, M.S. altıncı yüzyıldan sekizinci yüzyıl ortalarına kadar egemen olmuş bu Türk Devletinin Göktürklerin soy kütüğü ve var olma hikâyesidir. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir dal hâlinde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kağan'ın Orhun Âbidelerindeki ünlü vasiyetinin ilk cümlesi olan: "Ben Tanrıya benzer, Tanrıdan olmuş Türk Bilge Kağan, Tanrı irade ettiği için, kağanlık tahtına oturdum" cümlesi ile birlikte düşünülecek olursa soyun ve ırkın nasıl bir şekilde ilahileştirilmek istenildiğini de anlatmaktadırlar. Destan Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Değişik söyleyişler durumunda ise de, çizgileri aynı fakat isimler üzerinde, anlatıştan doğma veya Çinlilerce yazılırken isimlerin Çince söylenmesinden meydana gelme değişikler yüzünden ayrı görünen belli üç söylenti şeklinde yazılmıştır.

Birinci söyleyiş:

Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Göktürkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.

Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.

Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.

Bu baskında düşmanlar bütün Göktürkler'i yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.

Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.

Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, bir çok çocukları oldu. içlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşine oldu.

İkinci söyleyiş:

Hunların bir boyu olan ve adına Aşine denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.

Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.

Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.

O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.

Zamanla Bozkurd'un beslediği çocuk gürbüzleşti.

Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Asine soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.

Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!

Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.

Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.

Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.

Aradan çok yıllar geçti. Aşine boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.

Üçüncü söyleyiş:

Bir not halindedir. Çin devlet adamlarından Cjan-Ken'in, Milattan önce 119 yılında, Çine göre batı ülkelerinde yaptığı gezi sonunda gördüklerini ve duydukların yazıp o zamanki Çin împaratoruna sunduğu notlan arasında kayıtlıdır. Notu, Abdülkadir înan'ın, Türk Dili Araştırmalan Yıllığı (1954) ndaki Türk Destanlanna Genel bir bakış adlı yazısından olduğu gibi alıyoruz:

"Hun Ülkesinde bulunduğum zaman duydum ki Usun Hanı, Gunmo unvanını taşıyor. Gunmo'nun babası, Hunlann batısındaki bir ülkeye sahipti. Gunmo'nun babası bir savaşta Hunlar tarafından öldürüldü. Yeni doğmuş olan Gun-mo'yu kırlara attılar. Kuşlar çocuğu sineklerden koruyor; bir dişi kurt sütüyle besliyordu. Hun Hakanı buna şaştı. Bu çocuğu saydı. Onu kendi terbiyesine aldı, büyüttü. Babasının ülkesini ona geri verdi."