3 MAYIS TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ'NÜN ANLAMI
3 Mayıs Türkçülük Gününün anlamını daha gerçekçi olarak kavramak için o günleri hazırlayan yakın
tarihimize bir göz atmak yararlı olacaktır. Bilindiği üzere, Osmanlı İmparatorluğu hanedan düşüncesine
dayanan bir "Ümmet" modelini temsil ediyordu. Orkun Anıtlarında gözlediğimiz "Türk" kavramı, Osmanlı'da
ümmet uğruna âdeta feda edilmişti. Nitekim, Büyük Selçuklu ve Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık,
artık 17. yüzyıldan itibaren "Osmanlı"nın bir Türklüğü kalmadığı görüşündedir.
Oysa, Türkmen boyları, Anadolu'ya göç ettiklerinde Göktürklerde tanık olduğumuz gibi Türklük şuurunu taşıyorlardı.
Anıtlarda- ki sekizinci yüzyıldır- hemen bir çok kez Bilge Kaganın halkına hitaplarında "Ey
Türk Budunu" tarzındaki hitapları gösteriyor ki, millet karşılığı "Budun" ve soy olarak
da "Türklük" anıtlara işlenmiştir.
Hem Büyük Selçukluların, hem de Anadolu Selçukluları ile Osmanlıların bu tarihsel şuuru dışlayarak
sadece "Hanedan" kavramını merkeze almaları düşündürücü olsa gerek. Ümmet ideolojisi, Türklerin İslâmiyeti
kabulü ile gündeme geliyordu. Aynı dine inananların birlikteliği ümmet oluyordu. Büyük dinimiz, bütün Müslümanların
din kardeşi olduğunu belirtiyordu. Bu nedenle "Ümmet" yüce bir düşüncedir. Ancak, İslâm bir evrensel din
olması nedeniyle "Millet" gerçeğini reddetmiyordu. Kur'an şöyle buyuruyordu: "Sizi kavimlere ayırdık
ki birbirinizi tanıyasınız". Burada kavim kavramı, günümüz millet gerçeğini temsil ediyordu. Peygamberimiz
de: "Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz", veya "Ümmetimin en hayırlısı kavmine hizmet edendir" buyuruyordu.
Görülüyor ki, Kur'an ve hadisler, "Ümmet" gerçeği yanında "Millet" gerçeğini de kabul etmek suretiyle evrenselliğini
sembolleştiriyordu. Selçuklular ve Osmanlılar hangi nedenlerden ötürü, Göktürklerde rastladığımız
Türklük duygusunu bir kenara iterek "Hanedan" veya "Hanedan-ı Osmanî" düşüncesine sapmışlardır?
Bu hususu tarihçilerimize bırakıyoruz, tartışılsın. Bizim konumuz, unutulan, dışlanan
Türklük şuurunun tarihsel gelişim çizgisini ortaya çıkarmak ve Cumhuriyet döneminde de yansımalarını
ele almaktır.
Osmanlı'nın son günlerinde, Fransa devrimiyle Balkanlara kadar yayılan milliyetçilik akımı, millet
olma, bağımsızlık ve özgürlük gibi evrensel hakları taşıyordu. Osmanlı'nın geniş
hinterlandı da bu ayaklanmalara katılıyordu. Mısır, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde iç
ve dış müdahalelerin de tesiriyle her yer bir kazan gibi kaynıyordu. Kısaca, Osmanlı'nın "Ümmet"
politikası tersine dönmüştü. Artık, hâkimiyeti altında bulunan İslâm ülkelerinin Batıda yetişmiş,
Fransa Devrimiyle tanışan genç aydınları, Osmanlı'ya karşı bağımsızlık
savaşlarını başlatmak amacıyla ayaklanıyorlardı. Bu eylem geçerliliğini yitiriyordu.
1865 yeni Osmanlılar ve 1875'ten sonra da Jön Türklerin rayına sokmaya çalıştıkları milliyet
akımları durdurulamaz bir noktaya gelmişti. Jön Türkler ki milliyet akımı etrafında toplanıyorlardı,
1908'de İkinci Meşrutiyetle yönetimi ellerine geçiriyorlardı. 600 yıl süren "Hanedan-ı Osmanî" yerine
millî devlet kurmak, özgür ve insanca haklara sahip olmak için örgütlü bir çalışma oluşturuyorlardı. Kısa
zamanda Jön Türk hareketi İttihad ve Terakki adlı bir siyasal kuruluşa dönüşüyordu. Şimdi yönetim,
Türkçülük akımını ön plâna alan ve Hanedan-ı Osmanî'ye eleştiride bulunan genç kadroların eline
geçmiş bulunuyordu.
Bu oluşum, monarşiye karşı meşrutiyet hareketinin sesini duyuruyor, Fransa Devriminden kaynaklanan
milliyetçilik duygu ve düşüncesini de bir sembol olarak taşıyordu.
İttihad ve Terakki Cemiyeti bir siyasal teşkilât olarak Türkçülük akımını temel felsefe kabul ediyordu.
Başlarında Ziya Gökalp olmak üzere önemli bir çekirdek aydın kadro, bu akımın düşünce sistemini
yaymaya çalışıyorlardı. Özellikle Kırım'ın Gaspıra köyünde doğan İsmail
Gaspıralı'nın başlattığı ve Azerbaycan'dan kaynaklanan bu akım taraftarları İttihad
ve Terakki Cemiyeti içinde yer alıyorlardı. Özellikle Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura ve Mehmet Emin bunlardan
ilk akla gelenleridir. Bir de yine Azerbaycan'da Hüseyinzâde Ali Bey vardır ki, Gökalp'a Türkçülük akımının
aşılanması yönünden büyük tesirde bulunmuştur.
Türkçülük akımının İttihad ve Terakki yönetiminde filizlenmesi, 1911 yılında Türk Ocağı'nın
kuruluşunu hazırlamıştır. Türk Ocağı, günümüze kadar intikal eden Türk Yurdu dergisiyle
birlikte Türkçülük akımının odak noktasını oluşturuyordu.
Osmanlı-sonrası (Post-Osmanlı) genç kadrolar niçin bu tür bir örgütlenmeye gidiyorlardı? Niçin Türkçülük
akımını ön plâna alıyorlardı? Bu husus, İttihad ve Terakki kuruluşunun çözümlemesi gereken
en önemli meselesiydi
Jön Türkler Batı ile temas kuran, bir kısmı Batıda eğitim görmüş bir kadro olarak karşımıza
çıkıyordu. Dönemin milliyetçilik çağı olduğunun şuurunda idiler. "Hanedan-ı Osmanî" altı
yüz yıllık iktidarı boyunca, millî kimliğini dışlamış, sadece ümmet ideolojisine dayalı
bir yönetim biçimi meydana getirmişti. Fransa Devrimi şimdi millet düşüncesini ön plâna çıkarıyordu.
Bunun için de, unutulan veya unutturulan Türklüğe dönüş hareketi başlatılıyordu. Cemiyetin ideologu
Gökalp, "Türk milleti" gerçeğini vurgulamak suretiyle, "Türke dönüşü" başlatmış oluyordu. Farklı
ırk ve din mensuplarını koruyan bir mozaik veya seralık durumunda olan Osmanlı sistemi, yerini Türk
insanına terk etmek durumunda idi. Zaten çağın gerçeği de bu biçimde tecelli ediyordu.
O hâlde, Türkçülük akımı, Türke dönüş hareketidir. 600 yıl dışlanan ve ümmet düşüncesi
içinde yok sayılan bir halk ilk kez tarihinde milletleşmenin kıyısına gelmiş bulunuyordu. Türkçülüğün
büyük ideologu da Gökalp ve arkadaşları idi. Türk Ocağı ve yayın organı Türk Yurdu mecmuası
da Türkçülük akımının ilkelerini yayarak sistemi rayına oturtmaya çalışıyordu.
Gözlendiği üzere, Türkçülük sosyolojik zaruretlerden doğmuş, Türk milletinin yeni bir kimliği oluyordu.
Gökalp bu akımın "Dilde, duygu ve düşüncede ortak bir paydada birleşenlerin malı olduğu" kanısındaydı.
Gökalp'a göre, aynı dili konuşan, aynı dine sahip olanlar ancak bir millet idi. Onun dövizi de şöyleydi:
"Dili dilime, dini dinime uyan bir millettir".
Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı sonunda tarih sahnesinden siliniyor, yerine Cumhuriyet idealine bağlı
yeni bir devlet kuruluyordu. Atatürk, Türk milliyetçiliğine gönül vermiş ve Gökalp'ı da: "Fikirlerimin babasıdır"
demek suretiyle değerlendirmiştir. Kendisi, Jön Türk geleneğinde yetişmiş, İttihad ve Terakki
içinde büyümüş, gerçek Türkçüdür. Türklüğü unutturması, ülkenin yönetimini kozmopolit kadrolara teslim etmesi
nedeniyle Osmanlı sistemine karşıydı. Türk Ocağı'nı 1921 Koçgir, 1925 Şeyh Sait ayaklanmasında
birkaç kez ziyaret etmiş ve çok taltif edici ifadeler beyan etmiştir. Hattâ Koçgiri ayaklanmasının arefesinde:
"Memleketin sahibi ve devletin kurucusu biz Türkler, "Kavm-i Necip" adı altında Araplara ve sarayın sadık
hâdimi Arnavutlara feda edildik" demek suretiyle de Türklüğe, 600 yüzyıl süreyle unutturulan Türklüğe sahip
çıkıyordu. Büyük Millet Meclisi'nde bir hafta boyunca okuduğu Nutuk'un son kısmında "ey Türk gençliği"
adı altında Türk gençliğine armağan etmek ve "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda
mevcuttur" demek suretiyle ilk kez Göktürklerden sonra "Türklük" kavramını gündeme getiriyordu.
Atatürk, muhtelif vesilelerle Türklüğe olan büyük aşkını milletine açıklamıştır. Bir
vesile ile "Türk yaratılmak medâr-ı iftiharımdır" diyor, büyük nutkun son kısımlarında
ise: "Milletime tavsiyemdir, başlarına geçecek insanların kanlarına baksınlar" uyarısında
bulunuyordu.
Artık Cumhuriyetle ve Mustafa Kemal'in öncülüğü ile Türklüğe dönüş başlıyordu. "Hanedan-ı
Osmanî" yerini, Türk milletine terk ediyordu. Cumhuriyet, ümmetten millete geçişin bir aşaması, en büyük merhalesidir.
Atatürk, bunun için Türk Tarih ve Türk Dil Cemiyetlerini kurmak suretiyle, Asyatik kökenli Türk insanının dil ve
tarih alanındaki kimliğini, unutturulan kimliğini bilimsel araştırmalarla gün ışığına
kavuşturmak istiyordu. Gökalp'ın erken ölümünde eşine: "Bir radyoma benzeyen beyni sükût etmiştir, Türk
milleti derin bir elem içindedir" demek suretiyle ona olan bağlılığını belirtmiştir. Hattâ
bununla da yetinmeyerek, Gökalp'ın ölümünü millî yas günü olarak kabul etmiş ve Sovyetlerden, Balkanlardan cenaze
merasimine katılmalarını sağlamıştır. 1999 yılı Gökalp'ın 75'inci ölüm yılı
idi. Hiçbir devlet adamımız o günü anmak bir yana, hatırlamak bile istememişlerdir. Türk devlet adamları
içinde, Türkçülüğe saygı duyan, ona ömrünü veren tek devlet adamımız Atatürk'tür.
Halk Fırkası'nın (o zamanın Cumhuriyet Halk Partisinin) ilkelerini hazırlama görevi de bizzat Atatürk
tarafından Gökalp'a tevdi edilmiştir. Altı Ok'ta gözlediğimiz milliyetçilik, Atatürk ve Gökalp bütünleşmesinin
bir sonucudur.
Atatürk'ün erken ölümü ile Türkçülük ideali gündemden kaldırılmış, resimlerine tarih kitaplarında,
paralarda, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumlarında yer verilmemiştir.
İkinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Sovyetlerin Hitler Almanyası karşısında zaferi
sonucu, yönetimin stratejik makamları sol eğilimli kadrolara teslim edilmiştir. İlk kez, millî kültürün
kaynağını oluşturan kırsal alan çocukları, Sovyet modeline göre kurulan köy enstitülerinde eğitilmek
suretiyle Marksist şartlandırmaya tâbi tutuluyorlardı. Kısacası, Türk milleti, Gökalp'ın deyimi
ile "Kozmopolit" ve "Devşirme" kimlikli yöneticiler tarafından yeni bir sol maceranın içine sürükleniyorlardı.
Artık, Kemalist sistem devreden çıkarılmıştı. Marksist şartlandırmalar okullara, devlet
dairelerine ve siyasal kuruluşlara kadar yayılıyordu.
Amacı ve gayesi ne olursa olsun, o dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu, 19 Mayıs 1943'te bir konuşma
yapıyordu. Bu konuşma, hem milliyetçiler arasında millî şuurun devlet kademesinde Atatürk'ten beş
yıl sonra gündeme gelmesine hem de derlenip toplanmalarına yol açıyordu. Saracoğlu Gençliğe Hitabesinde
şöyle diyordu: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima da Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu
kadar da vicdan meselesidir. Biz azalan, azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz". Bu ifadeler,
her ne kadar Hitler Almanyası'nın Sovyetleri kendi topraklarında yenilgiye uğrattığı bir
dönemde söylenmiş olursa olsun, yine de tarihî değeri vardır. Çünkü, Atatürk'ten sonra ilk kez "Türkçülük",
unutturulan bu büyük kavram sesini duyurabiliyordu.
İşte böyle bir ortamda, büyük Türkçü Nihâl Atsız iki sayı üst üste Orhun dergisinde Şükrü Saracoğlu'na
hitaben kaleme aldığı yazılarında, millî şef politikasını eleştirerek bütün kurumların
Marksistleştirme operasyonuna maruz kaldığını örnekleriyle açıklıyordu. Sadece bir örnek
olarak burada sizlere zikretmek gerekirse Sabahattin Ali'yi vermek istiyorum. Atsız, bu mektubunda Sabahattin Ali'nin
konservatuarın başına getirildiğini, oysa bu kişinin bir zamanlar Konya Muallim Mektebinde iken,
"Cümlesi beli der, enel hak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?"
demek suretiyle Atatürk'e en ağır bir dille hakarette bulunuyordu. Bir Polonya kökenli (Berzanski ailesi) devşirme,
bunca hakaretlerden sonra, Millî Eğitim Bakanı Hasan-Âli Yücel'in ve İsmail Hakkı Tonguç'un (Tonguç Baba)
himayesinde en kritik yerlere getiriliyor, böylece Atatürk düşmanları taltif ediliyorlardı.
Ancak, bir yıl sonra, 19 Mayıs 1944'te Almanların püskürtülmeleri ve Sovyetlerin galibiyeti sonucu, dönemin
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü yapmış olduğu bir konuşmada Atsız'ın bu yazılarını
hedef almak suretiyle Türkçülere en ağır bir dille hücumda bulunmuş, ve yargının yolunu açmıştır.
Dönemin askerî mahkemesinde Türkçü kadro yargılanmış ve "Tabukluklar" denilen yerlere atılmak suretiyle
en ağır şekilde cezalandırılmışlardır.
Türkçülük hareketi, böylece Atatürk'ün ölümünden sonra onu izleyen gençler için en ağır bir suç telâkki edilmiş,
devlet yeniden Türkçülük karşıtı Marksist bir çizgide techiz edilmiştir. Bugün de, bazı üst yöneticiler
tarafından Türkçülüğün anılmamasının, dışlanmasının da kökeninde 1940'ların
karşıt-milliyetçi tutumlarının derin izleri vardır. Türk gençliğinin böyle kutsal bir günde
yeniden teşkilâtlanmasına ve bir fikir cephesi kurulmasına hayatî ihtiyaçlar vardır. Helâl ve haramın
birbirine karıştığı günümüzde, Türk toplumuna ve Türk gençliğine yeni bir ruh ve dürüstlük ahlâkı
aşılamanın yolu da bu kendine dönüş ve kendini kendinde bulma iradesinden doğacaktır.
yanlizkurt544@hotmail.com
ABIDE ŞAHSİYETLER 1)AHMET YESEVİ
Türk tasavvuf geleneğinin hareket noktası "Pîr-i Türkistan" Hoca Ahmed Yesevî, Güney Kazakistan'da Çimkent şehrine
7 km., bugün Türkistan adıyla tanınan Yesi şehrine 157 km. uzaklıktaki Sayram kasabasında doğmuştur.
Doğum yılı kesin olarak bilinmemektedir. 73 yıl yaşadığı ve 1166 yılında
vefat ettiği şeklindeki yaygın görüş ışığında, 1093 yılında doğduğu
ortaya çıkar.
Babası Sayram'ın ünlü bilginlerinden İbrahim Şeyh, annesi ise Kara Saç Ana'dır. Halkın inanışı,
İbrahim Şeyh'in soyunu Hz. Ali'nin oğullarından Muhammed el-Hanefî'ye çıkarır.
Ahmed Yesevî, ilk öğrenimini yedi yaşında iken kaybettiği babası İbrahim Şeyh'ten alır.
Babasının vefatından sonra ise, onun eğitimini menkıbelerin Hz. Peygamber'in talimatıyla bu
iş için görevlendirildiğini söyledikleri Şeyh Arslan Baba üstlenir ve Ahmed Yesevî'nin manevî babası olur.
Arslan Baba'dan tasavvufla ilgili ilk bilgileri alan Ahmed Yesevî, onun vefatından sonra yine onun önceden verdiği
işarete uyarak dönemin ilim ve irfan merkezi olan Buhâra'ya gider.
Ahmed Yesevî, muhtemelen 27 yaşlarında iken, Buhâra'da, devrin önde gelen mutasavvıf ve bilginlerinden olan
Şeyh Yûsuf Hemedânî'nin öğrencisi ve müridi olur. Yûsuf Hemedânî, eğer deyim yerinde ise, "gezginci bir şeyh"tir.
O, çoğunlukla Buhâra'da ikamet etmekle beraber Mevr, Semerkanî, Herat gibi önemli merkezleri dolaşarak halkı
Allah yolunda hizmete çağırır, dinî açıdan aydınlatır ve özellikle dînin özünün ve temel amacının,
insanın ahlâkî açıdan olgunlaşması olduğunu söylerdi .
İşte Ahmed Yesevî de hocası Yûsuf Hemedânî'den dinî ve tasavvufî bilgileri onunla birlikte gezerek, görerek
ve yaşayarak öğrenmiş ve öğrendiklerini de yalnız Türkistan'a değil, bütün Türk dünyasına
güzel, sâde ve saf Türkçesiyle vermiş ve öğretmiştir. Nitekim o, şeyhi Yûsuf Hemedânî'nin vefatından
sonra onun dergâhında halîfelik postuna oturmuş ve bir süre Buhâra'da Şeyhinin görevlerini üstlenmiştir.
Daha sonra Yesî'ye dönen Ahmed Yesevî, vefat tarihi olan 1156 yılına kadar burayı merkez edinmiştir.
Yesî, artık Hoca Ahmed Yesevî'nin görüşleri ve eğitimiyle aydınlanan hareketli bir kent haline gelmiştir.
Çünkü Türkistan'ın hemen hemen her yerinden öğrenci gelmiş ve Hoca Ahmed Yesevî'nin irşad halkasına
girmişlerdir. Yesevî ocağında öğrenimlerini tamamlayan genç-yaşlı Yesevi müritleri, Türkistan'dan
Balkanlara kadar uzanan bütün Türk yurtlarında Hoca Ahmed Yesevî'nin saf ve sâde Türkçe ile söylenmiş "hikmet"lerini
terennüm ettiler ve eski Türk inanışlarının kalıntılarını İslâmiyetle uzlaştırmaya
çalışan ve dolayısıyla kitabî dinin emirlerini tam olarak yerime getiremeyen henüz müslüman olmuş
insanlara İslâm'ın sıcak, samimî, hoşgörü, tanrı ve insan sevgisine dayalı gerçek güzel yüzünü
tanıttılar. Böylece Hoca Ahmed Yesevî'nin dînin özünü tam olarak yakalamış aydınlık görüşleri,
çok kısa sürede , bütün Türk illerine yayıldı.
Hoca Ahmed Yesevî, içinde yaşadığı dönemin Türk toplumunun bozkırlarda at koşturan yan göçebe
insanlar olduklarını; kadın-erkek, yaşlı genç hareketli ve kendi gelenek ve göreneklerini diri tutma
yolunda başarılı ve mücadeleli bir hayatın içinde olduklarını çok iyi biliyordu. Bu insanlara
o, kılı kırk yaran fıkıh kuralları içinde ve Arap -Acem kültür çevresinin etkileriyle boğulmuş
karma karışık bir İslâm yerine, samimî ve sarsılmaz bir îman anlayışım telkîn eden
dinî ve ahlakî kuralları Arapça ve Farsça'yı çok iyi bildiği halde; kendi dilleriyle ve onların seviyelerine
uygun bir üslûpla sunmanın başarısının temeli olacağımı görmüştür. Onun için
de Türk boylarının halk edebiyatından alınmış şekillerle insanlar arasında, dostluğu,
sevgiyi, dayanışmayı, dünyayı Tanrı ve insan sevgisi ile kucaklamayı, yine Kur'an'dan aldığı
ilhamla öğretti.
2)
Atatürk'ün Fikir Babası: Ziya Gökalp
Türkiye Cumhuriyeti'nin icra plânında kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, fikir plânında kurucusu Ziya Gökalp'tir. Atatürk
de, bu durumu, "Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, fikrilerimin babası Ziya Gökalp'tir." diye izah etmiştir.
Ziya Gökalp'i incelerken Türk Ocağı ile başlamak gerekir. 12 Mart 1912'de kurulan Türk Ocağını'nın
amacı şöyleydi:
"İslam kavimlerinin başlıca bir kesimi olan Türklerin milli terbiyesinin, ilmi, sosyal, ekonomik düzeyinin
ilerleme ve yükselmesi ile Türk ırk ve dilinin olgunlaşmasına çalışmak."
Cemiyetin çalışma şekli de böyle belirtiliyordu:
"Cemiyet, amacını elde etmek için Türk Ocağı adlı kulüpler açacak, dersler, konferanslar, piyesler
düzenleyecek, kitap ve broşürler yayınlanacak ve okullar açmaya çalışacaktır.
Milli geliri korumak ve çoğaltmak için her Türk'ten meslek ve sanat erbabıyla görüşecek, ekonomik ve tarımsal
teşvik ve uyanlarda bulunacak, bu gibi kurumların doğup yaşamasına elinden geldiğince yardım
edecektir.
Ocak, amacını elde etmeye çalışırken, milli ve sosyal bir konumda kalacak, asla siyaset ile uğraşmayacak
ve hiçbir zaman siyasi partilere hizmet etmeyecektir."
Türk Ocağının kurulması tıp öğrencileri arasında büyük heyecanla karşılandı.
Yusuf Akçuraoğlu'na göre, Ziya Gökalp'in Türk Ocağındaki faaliyetleri şöyleydi:
"Hamdullah Suphi, Türk gençliğinin ruhunu etkilemeye ve ocakların örgütlenmesine çalışırken, Türk
milliyetçiliği fikrinin teorisini düzenlemeye, onu sistem haline getirmeye de Türk Ocağı'ndaki konferans ve
sohbetleri, Türk Yurdu'ndaki makaleleri ile bilhassa Ziya Gökalp Bey çalışıyordu."
Nitekim "Genç Kalemler" ekibi olarak Türk Yurdu'nun yazı kadrosuna katılmışlardı.
"Bu şekilde, Türkçülük fikri, gençler ve aydınlar arasında yayıldı ve yerleşti. Kendini ret
ve inkar eden hava, ocağın üzerinden dağıldı. Ziya Gökalp'in değerlendirmesine göre, Doğu
ve Batı kökenli akımlara takılmakta ısrar eden softalarla züppelerden başka herkes, ocağa üye
yazılmış ve dost kesilmişlerdi."
Osmanlı İmparatorluğu'nda artık partiler değil, milletler birer siyasal organizasyon halini alıyordu.
Bu yüzden, Anadolu'da Mustafa Kemal Paşa'nın başkanlığında başlayan Türk milli hareketi,
milli bir Türk devleti meydana getirmeyi hedef seçmişti. Türk Ocakları bu harekete katıldılar. İstanbul'da
yapılan milli mitinglere öncü oldular. Batı Anadolu'daki savunma örgüleri ile ilişkide bulundular. Milliyetçi
Hareket'in başı Mustafa Kemal Paşa'ya bağlılıklarını bildirdiler. İmparatorluğun
son Meclis-i Mebusan'ı seçilirken ocağın belli başlı adamları Milli Türk Partisi adlı partiyle
seçime katılarak birkaç mebus seçtirdiler.
İngiliz Baskıları
Ocağın çalışmalarını dikkatle izleyen İngiliz işgal kuvvetleri, 1920 yılında
Türk Ocağı'nı iki defa basarak eşya ve evraklarından bir kısmının yok olmasına
sebep olduğu gibi, faaliyetini de kesintiye uğrattılar. Ancak Türk Ocağı kendim korudu ve dağılmadı.
Ankara'da milli Türk devleti Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti adı ile kurulduğu sıralarda. Türk Ocağı'nın
merkezi de Ankara'ya yerleşti. Yeni Türk devleti "Türk milliyeti" prensiplerini kabul ediyordu. İsmet Paşa
da 17 Temmuz 1917'de İsmet İnal adıyla ve 2320 numara ile Türk Ocağı'na girmiş bir ocaklı
arkadaş idi."
Türkçülük Gerçek Oldu
Yusuf Akçuraoğlu 1928'de yazdığı "Türkçülük" kitabını şu cümlelerle bitirir:
"Türkiye Cumhuriyeti'nin başta Büyük Millet Meclisi hükümeti adı ile, sonra da gerçek ismi ile kurulması, Türk
milliyetçiliği açısından Türkçülük idealinin gerçekleşmesi demektir. Çoğu Türkçülerin belki hayallerinde
gerçekleşeceğini ümit bile edemedikleri idealdir. Türk dahisinin gücü ile gerçek olmuş, milli Türkiye Devleti
kurulmuştu.
Türk milliyetçileri dilin Türkleşmesini, hukukun Türk hukuku olmasını ve bundan dolayı kadının
çağdaş Türk kanunlarına uygun bir hürriyet kazanmasını, sanatın Türkçeleşmesini, yani şiirin,
müziğin, resmin vb. milli ve ileri olmasını, kısaca Türk kültürünün yabancı etkilerden kurtulup kendi
benliğini bularak gelişmesini temenni ediyor ve buna ellerinden geldiği kadar çalışıyorlardı.
Fakat bugün kültürel hürriyet ve bağımsızlığın siyasal alanda tüm hürriyet ve istiklal kazanmadıkça
elde edilemeyeceği Meşrutiyet deneyi ile anlaşılmıştır. Osmanlı Devletinin siyaseti,
sayısız sebeplerden dolayı serbest olmadığı gibi Türk'ün kültürü de Ziya Gökalp Bey'in dediği
gibi birçok kapitülasyonlarla bağlıydı. Bu kapitülasyonlara bazılarını Doğu, bazılarını
Güney, bazılarını da Batı, Türk'ün boynuna takmıştı. Bütün bu ağır halkaları
boyunlarına asıp, istediği gibi yürüyebilmek için Türk, hayat gücünü gösteren bir iktidar ve egemenliği
kazanmak zorundaydı. Neticede, siyasette tam hürriyet ve bağımsızlık kazandı. Artık kültürel
saldırıları birer birer söküp atmak yolu açılmıştı. Türk milleti, açtığı
bu yoldan enerji ve başarıyla devamlı ilerledi. Kültürel hürriyet ve bağımsızlığını
sınırlayan engelleri ara vermeden kaldırdı ve hâlâ kaldırmakta devam ediyor.
Türkçülük fikri, yarım asır önce birkaç kişinin kafa ve kalbinde düşünceler, duygular, ve emeller uyandıran,
ara sıra dil ve kalemlerinden belirsiz ve
çekingen bir şekilde çıkan bir düşünce idi. Bu düşünce, o zamanlar ortama o kadar ters düşüyordu
ki, tarafları olanları, onu açıkça yazmaktan çekmiyorlardı. Halbuki Türkçülük fikri bütün gerçek olmuştur."
Etnik Partiler Osmanlı'yı Dağıtıverdi...
Osmanlı, "etnik partiler"in birer siyasi organizasyon halini alması ile kısa sürede dağılıverdi.
Her etnik grubun, kendi siyasi organizasyonu peşinde gitmesi önce Osmanlıcılığı yıktı.
Sonra İslamcılık ile Araplar, devlet bünyesinde tutulmak istendi. O da mümkün olmayınca Türkçülük'ten
başka çare kalmadı.
Türkçüler, her ne kadar Fransız İhtilali'nin tesiriyle başlayan milliyetçilik hareketlerinin tesirindeyse de,
asıl milliyetçilik ruhu bütün Türk aydınlarında mevcut idi.. Sadece, devletin politikası değildi..
Sonunda o da gerçekleşti.
Türkçülüğün Esasları
Türk Milliyetçiliği'ni "Türkçülüğün Esasları" başlığı altında sistem haline getiren
Ziya Gökalp, Türkçülüğün babalan olarak Ahmed Vefik Paşa ve Süleyman Paşa'yı gösterir.
Rusya'da ise iki büyük Türkçü vardı. Birisi Mirza Fethali Ahundof, diğeri Gaspıralı İsmail.
Gökalp'in Atatürk hakkındaki fikri ise şöyledir:
"Evvelce, Türkiye'de Türk milletinin hiçbir mevkii yoktu. Bugün, her hak Türk'ündür. Bu topraktaki hakimiyet Türk hakimiyetidir.
Siyasette, kültürde, iktisatta hep Türk Halkı hakimdir. Bu kadar kat'i ve büyük inkilabı yapan zat, Türkçülüğün
en büyük adamıdır. Çünkü düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve bilhassa muvaffakiyetle neticelendirmek
çok güçtür."
Gökalp, "Millet ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, ahlakça, edebiyatça,
müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir "der.
Irk Meselesi
Gökalp'in, "Atlarda şecere aramak lazımdır. Ancak, insanlarda ırkın sosyal hasletlere tesiri olmadığı
gibi, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutarsak, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin
birçoğunu feda etmek gerekir. Bu mümkün olmadığına göre, Türk'üm diyen her ferdi Türk tanımaktan,
yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur" görüşü, Atatürk
tarafından, "Ne mutlu Türk'üm diyene" şeklinde ifade edilmiştir.
İşte Gökalp'in kurduğu sisteme göre Türçülüğün esasları:
* Türk'ün yalnız bir lisanı, bir tek kültürü vardır.
Kültürde birleşmeleri kolay olan Türkler: Oğuz Türkleri, yani Türkiye, Azerbaycan, İran, Harezm Türkmenleri'dir.
Türkçülükteki yakın ülkümüz Oğuz Birliği, yahut Türkmen Birliği olmaldır. (1924 için)
* Türkçülüğün sonraki ülküsü ise Turan'dır. Turan kelimesini Türkler'den başka Moğollar'ı, Tengizler'i,
Finler'i , Macarlar'ı da kapsayan bir kelime olarak almamak gerekir.
* Turan, Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kazak, Kıpçak (Tatar), Oğuz gibi Türk şubelerini
kapsayan Büyük Türkistan'dır. Bütün Oğuzlar "Türk" adı ile birleşebilir. Yalnız, Kazaklar aynı
kültürler vücuda getirirlerse, o zaman müşterek unvan ihtiyacı olacak, işte bu müşterek unvan Turan kelimesidir.
* Türkçülerin ülküsü Turan adı altında Oğuzlar'ı, Tatarlar'ı, Kırgızlar'ı, Özbekler'i,
Yakutlar'ı, Kazaklar'ı lisanda, edebiyatta, kültürde birleştirmektir.
* Dün Türkler için bir milli devlet hayaldi, gerçek oldu. Turan da bir ülküdür. Gerçekleşecektir. Ancak, şimdilik
yürürlük sahasında sadece Türkiyecilik vardır. (Cumhuriyet'in ilk yılları için) Kızıl Elma,
yani Turan mazide gerçekleşmiştir. Hunlar, Gök Türkler, Oğuzlar, Kırgızlar, Kazaklar, Kor Han, Cengiz
Han, Timurlenk, Turan ülküsünü gerçekleştirmedi mi? Turan, bütün Türk ilkelerinin toplamı olan bir Türk camiasından
ibarettir. Osmanlı'da ise son dönemlerde idare edenler kozmopolit Osmanlı sınıfını, idare edilenler
ise Türk sınıfını oluşturdu. Türk'e "Eşek Türk" denilirdi. Türkler arasında mezhep ayrılığının
ortaya çıkması bile bu yüzdendir. Çünkü, Türklerin uğradığı eziyet, halk şeyhleri tarafından
Ehl-i Beyt'in uğradığı eziyete benzetiliyordu.
* Sünni kalan Türkler de Osmanlı Kültürüne lakayıt kaldılar. Halk şairleri, halkın hediyeleri ile
saray şairleri, sarayın "caize"si ile geçinirdi.
* Eski Türklerde "İl" demek "barış" demekti. "İlhan" ise "barış hakanı" demekti. Türk ilhanları
kendilerini beynelmilel barışı sağlayan kimseler olarak görürlerdi Atilla'nın unvanı da Tanrı
kut idi. Ancak Avrupalılar bu unvanı "Tanrı'nın Belası" diye tercüme ederek günah işlemişlerdir.
Attila, mağlup milletler ne zaman barış istese kabul eden bir ilhan idi.
Kültür - Medeniyet
* Gökalp'e göre bir kavim kültürde yükseldikçe, siyasette de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Yükselen kültürden,
yükselen bir medeniyet doğar. Medeniyet de milli kültürden doğar. Daha sonra diğer milletlerden de birçok müesseseler
alır. Ancak süratli bir kültür değişimi ferdi seciyeyi bozar. Medeniyet değişikliği de milli
kültürü bozar.
* Kültürü kuvvetli olan milletler, medeniyet
kuvveli olan milletlere daima galip gelmiştir.
* Türkçüler tamamiyle Türk ve Müslüman kalmak kaydıyla, Batı medeniyetine girmek isterler fakat bundan önce milli
kültürümüzü arayıp bularak meydana çıkarmamız gerekir. Deha, esasen halktadır.
* Akdeniz medeniyetinde, yani Sümerler'in, Hititler'in, Asurlar'ın, Fenikeliler'in medeniyetlerine Yunanlılar varis
oldu. Yunan medeniyetine de Romalılar.
* Avrupalılar Batı Roma'ya, Müslüman Araplar, Doğu Roma'ya varis oldular. Acemler gibi Türkler de mantığı,
felsefeyi, tabii bilimleri tıbbı ve diğerlerini Araplar'dan iktibas ettiler. Müslümanlar haremlik selamlık,
çarşaf, peçe gibi adetleri Hristiyan Bizans'tan ve Müslümanlardan aldı.
Skolastik Felsefe
* Avrupa, Rönesans ve reform ile skolastik felsefeden kurtuldu. Biz ise hala skolastiğin tesiri altındayız.
Doğu Avrupa'nın Ortodoks milletleri de halen skolastiğin tesirinden kurtulamadılar. Ruslar, Deli Petro
zamanında Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine geçtiler. Doğu medeniyeti, bugünkü hali ile gelişmeye
engeldir.
* Avrupa medeniyetinin gelişmesi, şehirleşme ve iş bölümünün gelişmesi ile doğmuştur. Doğu'da
ise şehirleşme ve iş bölümü azdır. Bunun bir örneği de ilimlerdeki iş bölümüdür. Avrupa'da her
ilmin ayrı uzmanları yetişti. Doğu'da ise uzmanlaşma yoktur. Doğu'da bilim adamı, bütün
ilimlerle ilgilenirdi.. (Dünya bugün yine bütün ilimlerle ilgilenen bilim adamı yetiştirenlerin elinde.)
* Batı'da siyasi kuvvetler ayrılığı yani, yasama yürütme, yargı ayrılığı
benimsendi. Tanzimatçılar, Avrupa medeniyetini almaya teşebbüs etti. Ancak yeterli ilmi araştırma yapmadan,
esaslı bir ülkü ve program oluşturmadan yarım-tedbirli oldular. İki medeniyeti birleştirmek istediler.
İki türlü kanun, iki türlü mahkeme, iki türlü vergi, iki türlü bütçe doğdu. Medrese ile mektep ayrılığı
doğdu. Yâlnız Harbiye ve Tıbbiye'de ikilik olmadı. Bunlar da milli hayatımızı kurtardılar.
Yeniçerilerin askerliğiyle, hekimbaşıların doktorluğu ile kalsaydık bunu yapabilir miydik? Ancak
diğer mesleklerdeki yeniçerilikler devam etti.
* Japonlar, dinlerini ve milliyetlerini muhafaza etmek şartıyla Bati medeniyetine girdiler. Bu sayede her hususta
Avrupa medeniyetlerine yerleştiler. Böyle yapmakla, dinlerinden, milli kültürlerinden hiçbir şey kaybettiler mi?
Asla! O halde, biz niçin tereddüt ediyoruz?
* Rumi takvim Rumlar'a aitti. Bıraktık, Miladi takvimi aldık. Aynı şey, Aristo mantığını
bırakıp, Descartes-Bacon mantığını alırsak bunun dinimize ve kültürümüze ne zararı
olabilir? Eski ilimleri Araplar yolu ile Bizans'tan almıştık. Terk edeceğimiz şeyler hep Bizans'tan
aldığımız şeylerdir.
* Birbirine benzemeyen üç tabakamız var; Halk, medreseler, mektepliler. Bir milletin böyle üç yüzlü bir hayat yaşaması
normal olabilir mi?
* Hülâsa, Türk milletindenim. İslam ümmetindenim. Batı medeniyetindenim.
Gökalp, "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" diye sloganlaştırdığı görüşlerini
şöyle ifade etmiştir:
* "Türk milletindeniz" dediğimiz için, lisanda, edebiyatta, ahlakta, hukukta, hatta diniyatta ve felsefede Türk kültürüne,
Türk zevkine, Türk vicdanına göre bir orijinallik, bir şahsilik göstermeye çalışacağız.
* "İslam ümmetindenim" dediğimiz için, namazımızda en mukaddes kitap Kur'an-ı Kerim, en mukaddes
insan Hazreti Muhammed, en mukaddes mabed Kabe, en mukaddes din İslam olacaktır.
* "Batı medeniyetindeniz" dediğimiz için de, ilimde, felsefede, fende, diğer medeni sistemlerde, tam bir Avrupalı
gibi hareket edeceğiz.
Türkler Köylüleşti
* Diğer kavimler, Osmanlı camiasından irfanlı, medeniyetli ve zengin bir halde ayrılırken, zavallı
Türkler, ellerinde bir kırık kılıçla eski bir sabandan başka bir mirasa nail olmalıdırlar.
Çünkü, "Reaya" halini almışlardı. Şimdi cemiyet ve millet haline yeniden geliyoruz. Tarih gösteriyor ki,
nereye milliyet ruhu girdiyse, orada büyük bir terakki ve tekamül cereyanı doğdu. Milli vicdanı uyanmış
bir ülkeye kocaman ordular yönlendirilse bile orada en küçük bir nüfuz kazanmak mümkün değildir. Amerika'nın Ermenistan'da
ve Türkiye'de manda kabulüne yanaşmaması, buralardaki milli vicdanın şiddetini göstermesinden dolayıdır.
Arap ülkelerinde ise milli vicdan henüz uyanmamıştı.
* İslam aleminde, milli vicdanın gelişmesine engel olmak, Müslüman milletlerin istikbaline engel olmak demektir.
Diğer islam ülkelerinde de milli vicdanı uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmak gerekir.
* Türkiye'de yüzlerce, hatta binlerce vatan haini zuhur etti. Ancak medeni ahlakı düşük olan İngiltere'de tek
bir vatan haini çıkmadı. Biz de milli birliği kuvvetlendirmek için vatani ahlakı yükseltmeliyiz. Milli
kültürümüzü, bütün güzellikleriyle ne zaman ortaya çıkarırsak, vatanımızı en çok o zaman seveceğiz.
Yalnız tehlike anlarında değil, barış anlarında vatan için büyük şahsi ve zümrevi ihtiraslarımızı
feda edebileceğiz.
* Kıymetin birinci derecesinde milletdaşlarımızı, ikinci derecesinde ümmetdaşlarımızı,
üçüncü derecesinde medeniyetdaşlarımızı, dördüncü derecesinde bütün insanları görmemiz ve onları
derecelerine göre sevmemiz lazım gelir.
* Milli birliği kuvvetlendirmek için vatani ve medeni ahlaklardan sonra, bir de mesleki ahlakı yükseltmek gerekir.
Bu milli hürriyet ve istiklalin temelidir.
* Milli müzeleri, Etnografya müzelerini, milli arşivleri, milli tarih kütüphanelerini, geliştirmeliyiz.
* Türkçülük, kozmopolitlikle uzlaşamaz. Hiçbir Türkçü kozmopolit olamaz. Hiçbir kozmopolit de Türkçü olamaz. Fakat, her
Türkçü, aynı zamanda beynelmineliyetçidir. Çünkü hem milli hem de beynelmilel olarak iki sosyal hayat yaşamaktayız.
Bizde Fransızlara, İngilizlere, Almanlara, Ruslara, İtalyanlara ait güzellikler ancak egzotik güzellikler olabilir.
Bu güzellikleri sevmekle beraber hiçbir zaman gönlümüzü onlara vermeyeceğiz. Hiç birinin kültürünü taklit etmemize imkan
yoktur. Bütün , kültürüne kıymet veririz ve hürmet ederiz. Türkçülük; bütün aşkıyla yalnız kendi orijinal
kültürüne meftundur. Ancak şoven ve mutaasıp da değildir.
Gökalp'in Hazırladığı Türkçülüğün Programı
* Lisanda Türkçülük yapacağız. Milli lisanımız İstanbul Türkçesidir. Türkçesi bulunan ve hiçbir özel
anlamı olmayan kelimeleri artık lisanımızdan atmalıyız. Ancak, lisanımızda olmayan
kelimeler için buna gerek yoktur. Halkın kullandığı dil, Tükçenin temeli olmalıdır.
* Herhangi bir lisanın mükemmeliyeti, her kelimesinin yalnız bir anlama, her anlamın da yalnız bir kelimeye
malik olması ile vücuda gelir. Yapmamız gereken budur. Bir milletin kamusuna girmiş kelimeler, artık o
milletin milli lisanına mal olmuştur. Eski Türkçe kelimeleri diriltmeye gerek yoktur. Ancak, Arapça ve Acemce kaideler
kaldırılmalıdır.
Edebiyatta; şiirde, vezinde, müzikte, diğer sanatlarda Türkçülük şarttır.
* Türkler ahlakta birinci millettir. Vatani ahlakı, mesleki ahlakı, aile ahlakını, medeni ahlakı,
beynelmilel ahlakı kuvvetlendirmeliyiz.
* Hukukta da Türkçüyüz. Teokraside kanunları halifeler ve sultanlar yapar. Klerikalizmde ise, kendilerini Allah'ın
tercümanı yerine koyan ruhaniler, yani bir ruhban sınıfı tefsir yapar. (İslam'da ruhbanlık yoktur)
* Halbuki, milletin bütün fertleri birbirine eşittir. Özel imtiyazlara malik, hiçbir fert, hiçbir aile, hiçbir sınıf
mevcut olamaz.
* Kanunlarımızda eşitliğe, hürriyete ve adalete aykırı ne kadar kaide varsa hepsine son vermek
lazımdır.
Dinde Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerde vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, dini kitaplarını
okuyup anlayamazsa, tabiidir ki, dinin hakiki mahiyetini anlayamaz. Anlamadığı için de ibadetlerden dini bir
zevk alamaz. İbadetten alınacak vecd, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır.
* İktisatta siyasette, felsefede Türkçülük şarttır.
* Türkçülük siyasi bir parti değildir: ilmi, felsefi bedii bir okuldur. Bu sebepledir ki, Türkçülük, şimdiye kadar
bir parti şeklinde siyasi mücadele meydanına atılmadı. Ancak, Türkçülük, büsbütün siyasi ülkücülere de
tarafsız kalamaz. Çünkü, Türk kültürü, siyasi ülkülere de sahiptir. Bu yüzden, Halk Fırkasının (Cumhuriyet
Halk Partisi'nin) esasları Türkçülük esaslarıdır. Devletimize "Türkiye", halkımıza "Türk Milleti",
adlarım bu fırka verdi. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Türkçülüğün siyasi programını tatbik etti. Bütün
Türkçüler İstiklal Savaşın'da vatanın müdafileri oldu.
* Türkiye'de Allah'ın kılıca halkçıların pençesinde ve Allah'ın Türkçülerin elinde idi. Türk
vatanı tehlikeye düşünce, bu kılıçla bu kalem birleşti. Bu evlilikten bir cemiyet doğdu ki adı
Türk milletidir.
* Her Türkçü, siyaset sahasında halkçı kalacaktır. Siyasette mesleğimiz halkçılık; kültürde
mesleğimiz Türkçülüktür.
* İlim beynelmileldir. İlimde Türkçülük olmaz. Fakat, felsefede Türkçüyüz. Türklerde yüksek felsefe gelişmemiş
olmakla beraber, halk felsefesi yüksektir. İşte felsefi Türkçülük, bu milli felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır.
Bu arada Gökalp'in "Kültür millidir medeniyet evrenseldir" görüşünü de belirtmeliyiz.
Kısaca, Gökalp'in çizdiği "Türkçülüğün Esasları" böyledir.
Atatürk'ün Türkçülüğü:
"Cenneti Gören Uhut Şehitleri Gibi Türk Birliğini Görüyorum."
Gökalp'in programı "İstiklal Savaşı"ndan sonra Mustafa Kemal'in programı oldu. Hatta, bazı konularda
Mustafa Kemal, Gökalp'i geride bıraktı. "Bir Türk dünyaya bedeldir" diyen Atatürk. Türk ırkını üstün
tutuyordu. Türk ırkının damarlarında "asil kan" dolaşıyordu. "Muhterem milletime şunu tavsiye
ederim ki, başına geçireceği insanların kanındaki asli cevheri tayin etmekten bir an uzak olmasın"
sözleri Atatürk'e aitti.
Söylevlerinde hep milletleşmekten bahsediyordu. "Bir ulusun inkılabını, hazır elbise gibi giyme teşebbüsü,
onu tatbik eden milletler için fena neticeler doğurmuştur" diyordu.
Mahmut Esat Bozkurt'a verdiği "Türk inkılabı Tarihi Enstitüsü" derslerinde "Türk ihtilali, öz Türkler'in elinde
kalmalıdır" diyordu.
İsmet Paşa da Ankara Hukuk Fakültesi'nde 20.11.1932 günü yaptığı konuşmada, "bu memleket Türkiye'nindir
Burada yaşayanlar Türk'türler. Türk vatanperverliği ve Türk milliyetçiliği bu memleketin idaresinde mukadderatında
müessir ve hakimdir" diyordu.
İstiklal Marşı'nda: "Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal" ve "Ebediyen sana yok,
ırkıma yok izmihlal" ifadesi, onuncu yıl marşında: "Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız",
Harbiye Marşı'nda; "Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız", Yedek Subay Marşı'nda;
"Türklüğün öz cevheri taşar temiz kandan", Kuleli Marşı'nda; "Hayat umar vatan tatlı sesinden, miras
kalan asil kanla ceddinden", Piyade Marşı'nda; "Alnımda ırkımın hilali" sözleri Atatürk Türkiyesi'nin
eserleridir.
Askeri okullara alınacak öğrencilerin öz Türk ırkından olmaları şartı 1944 yılına
kadar devam etti. Dil-Tarih Coğrafya Fakültesindeki antropolojik incelemeler, kafa tası ile ilgili araştırmalar
bu maksatla yapılmıştı.
Atatürk, Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1927'de ırk farkı gözetmeksizin cihangirane devlet kurma hırslarının
zararlarından bahsetmektedir. Panislamizm ve panturanizme karşı çıkmaktadır ancak, Mahmut Esat Bozkurt'a
1937'de yazdırdığı kitabın 191'inci sayfasında şu cümlelere yer verilmiştir:
"Şu ciheti tebarüz ettirmeliyim ki; ben komünist değilim. Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim.
Türk Birliği'nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun
rüyaları içinde kapayacağım. Tıpkı Uhud'da şehit olurken, baş ucunda bulunanlara demiş
ki, (Gidiniz, Peygamberinize deyin ki, onun şehitlerle müjdelediği cennetleri görüyorum ve şimdi oraya gitmek
üzereyim.) Said, Müslümanlığa bu kadar inanmıştı. Ben de Türk Birliği'ne bundan fazla inanıyorum.
Onu görüyorum, yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliği ile açacaktır. Dünya, sükununu
bu fasıllar içinde bulacaktır. Kaşgarlı Mahmut'un dediği gibi, "Tanrı, Türk'ü, insanlık
şerlerinden, şakilerden kurtulsun diye yarattı" (Prof Dr. Hikmet TANYU)
Mahmut Esat Bozkurt, "Atatürk İhtilali" adlı eserinde tamamen ikinci elden, Atatürk'ün emriyle, Atatürk'ün görüşlerini
seslendirmişti. Atatürk, bu kitabın, okullarda "İnkılap Tarihi Dersleri" adı altında okutulmasını
emretmiştir.
Gökalp'in Turancılığı
Teori ile uygulama farklıdır ve farklı olmak zorundadır. Atatürk'ün sözleriyle Turancılığa
karşı çıkıyor, ama eğitim-öğretimde Türk çocuklarına Oğuz Kağan destanın,
Ergenekon destanının ve benzeri Türk destan motiflerinin gösterilmesini istiyordu. Lise tarih kitaplarında
ise, bütün Türk cumhuriyetlerinin tarihine geniş olarak yer verdiriyor ve dünyada o tarihte 100 milyonun üzerinde Türk
yaşadığını Türk çocuklarının beynine nakşetmek istiyordu. Türk destanları, bugün
ilkokul kitaplarından kaldırılmıştır. Turan ülkeleri ile ilgili bilgiler de 1944'te İsmet
İnönü'nün talimatıyla kitaplardan çıkarılmıştır. 1990'a kadar Türkiye'de bu sayede komünistler
veya hızlı Batıcılar tarafından, Türkistan'daki Türkler için "Onlar zaten Türklük'ten çıkmıştır"
propagandaları yapılmış ve maalesef taban bulmuştur. Türkiye'de halkın uyanması için Sovyetler
Birliği'nin dağılması gerekmiştir.
Ziya Gökalp'in Turancılığı ise şu şekildeydi:
"İstanbul dilinin milli dil kabul edilmesi ve Avrupa medeniyeti içinde bir Türk kültürü mevcut olmalı.
Vatan ne Türkiye'dir, Türkler'e ne de Türkistan; Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan!
Turan, Türkler'in bütününü içine alan ve Türkler'den başkalarını dışta bırakan mefkurevi vatandır.
Turan, Türkler'in oturduğu Türkçe'nin konuşulduğu bütün ülkelerin toplamıdır."
Gökalp'de, Atatürk de Turancı doğdular, Turancı yaşadılar, Turancı öldüler. Ama, Atatürk'ün
uyguladığı politikalardaki çelişkileri de izah etmek gerekir.
Çelişkinin Kaynağı
Çelişki, Atatürk'ün hedefinde değil, uygulamalarında var gibi görünür. Ancak bu çelişkileri, bir devlet
kurmak için bütün varlığını ortaya koyan Atatürk'ün "Politik deha"sı ile izah etmek mümkündür.
İsmet Bozdağ, "Peki Atatürk neden, İnönü'yü ortadan kaldırmak istesin?" sorusuna şu yorumu getirmiştir:
"İsmet Paşa tam bir Batıcı idi. Atatürk ise milli idi. Milli kültürün korunmasını ve geliştirilmesini
istiyordu. Kendisinden sonra devletin başına geçecek kişinin İsmet Paşa olduğunu tahmin ettiğinden,
bunu devletin ve milletin geleceği açısından tehlikeli buluyordu. Benim görebildiğim sebep budur."
Atatürk'ün İnönü'yü "Benden sonra kimse, benim tarihi konumuma ulaşamasın" kıskançlığı
ile ortadan kaldırmak istemiş olması ise mümkün değildir. Atatürk'ün ölümünden önce mason localarını
da kapattırdığını bu tabloya eklemek gerekir.
Ve bir de İnönü döneminin uygulamalarını. Lozan'da verildiği iddia edilen tavizleri.
Peki neydi Lozan'daki taviz?
Bu taviz, milletin yaşaması için hayatı değiştirmeyi, yani Batı'nın bir parçası olmayı
kabuldür. Bu taviz, "Hıristiyan anlayışında olur gibi görünmek" şeklinde uygulanmıştır.
Laiklik uygulamasının "İslam düşmanlığı" şeklinde dönüştürülmek istenmesinin
sebebi budur.
Bu şekilde, Türkiye'nin Lozan'da elde ettiği Misak-ı Milli sınırlarının önemli kısmının
Avrupa devletleri tarafından tanınması, Türk Milletini yeni bir savaşa, yok olmaya sürüklemeden, zamanla
güçlenmesini sağlayacaktır.
Amerika'ya verdiği taviz ise, daha önce Almanlara verilen 2000 kilometrelik Bağdat demiryolu çevresinde bulunan
20'şer kilometrelik şeritteki bütün madenlerin ABD işletmesine verilmesi, ayrıca yurdun çeşitli bölgelerindeki
önemli maden rezervlerin işletme hakkının da sadece ABD'ye tanınmasıdır.
Ancak, Atatürk'ün komünist partisi kurdurarak "komünist oluyoruz. Bolşevik oluyoruz" görüntüsü ile Rus desteği sağlanması,
ABD'ye karşı Sovyet dengesini kurması üzerine, ABD'ye verilen taviz derhal rafa kaldırılmıştır.
ABD'nin Lozan'ı tanımaması, bugün bile Sevr'i gündeme sokmaya çalışması bu yüzdendir.
Demek ki, Lozan ve sonrasına uygulanan politika doğrudur. Netice vermiştir. 1993 şartlarında her
şeye rağmen , "Güçlü bir Türkiye" ortaya çıkmıştır.
Atatürk, kesin bir Batılılaşma hiç istememiştir. Bir taraftan "Bolşevikleşiyoruz" görüntüsü
ile Rusya'nın diğer taraftan "Batılılaşıyoruz, Hristiyan anlayışını yerleştiriyoruz"
görüntüsü ile Avrupa'nın desteğini sağlamıştır. ABD'yi ise saf dışı bırakmıştır.
Atatürk hepsiyle dama taşı gibi; satranç piyonu gibi oynamıştır. Ve oynaması gerekiyordu. Ve
hepsini mat ettiği gibi, Avrupa'yı da, Rusya'yı da, ABD'yi de mat etmiştir.
Federasyoncuların, Osmanlı görünümlü azınlık ırkçıların, adem-i merkeziyetçilerin, bölücülerin
ve bunlara alet olan Türk gençlerinin, hatta yıllarca "Ülkücü saflar" da yer almış ve sonra "İslam'da
kavmiyetçilik yoktur" diye bu safları terk etmiş Türk milliyetçisi gençlerin anlamadığı politikalar
işte bunlardır.
Kur'anı Türkçe hikmetlerle anlatan Ahmet Yesevi Türk Milliyetçiliği yapmadı mı? Şeyh Nakşibendi,
Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bayram-ı Veli, Türk Milliyetçiliği yapmadı mı? Alparslan'lar,
Kılıçarslan'lar, Osman Gazi'ler, Fatih'ler, Yavuz'lar, Kanuni'ler, Türk Milliyetçiliği yapmadılar mı?
Onlar ne kadar milliyetçi ise biz de o kadar milliyetçiyiz. Onlar ne kadar ümmetçi ise biz de o kadar ümmetçiyiz. Onlar ne
kadar "ilimci" ise biz daha fazla "ilimci"yiz. Ama medeniyet, insanlığın ortak malıdır. Doğu
Medeniyeti-Batı Medeniyeti yoktur. Bir tek medeniyet vardır. O da insanlığın ortak medeniyetidir.
O halde, Gökalp'in "Batı medeniyetindenim" de böyle algılamamız gerekir.
Yani "ilim, müminin yitik malıdır" nerede olsa aranmalıdır.
Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarı veya azı dişleri çıkmamış canavarı
değil, biz gerçek medeniyetin kaynağı "bilgi"yi aramalıyız. Bunun için tek çıkar yol ilimdir.
Simdi, Atatürk döneminin ve öncesinin çelişkilerine bakalım.
Cumhuriyet İdeolojisi
Cumhuriyet ideolojisinin çelişkilerini, Hayati Tüfekçioğlu, Atatürk'ün çıkardığı Hakimiyeti
Milliye gazetesinin Aralık 1928-31-Aralık 1929 tarihleri arasındaki sayılarını inceleyerek ortaya
koymuştur.
İşte Tüfekçioğlu'nun vardığı sonuçlar:
Osmanlı'nın yıkılış şartları içinde oluşan yeni Türk devleti, çıkarlarını
dünya egemenliğini tartışmasız şekilde ele geçiren Batı'nın genel siyaseti içinde aramaktadır.
Türk tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olan Batılılaşma tercihi geleneksel kimliğin
yerine yeni bir kimlik oluşturulması sorununu da gündeme getirmiştir.
Osmanlı'nın yıkılmasından sonra o günün şartlarında geçerliliğini yitirmiş bulunan
geleneksel Doğu siyasetiyle birlikte eski kimlik de tamamen tasfiye edilmektedir. Ve yoğun bir Osmanlı eleştirisi
ile birlikte Osmanlı'yı tanımlayan her şeyi kötü kabul edilmekte, yeni kimlik tamamen bir Osmanlı
eleştirisi üzerine kurulmaktadır.
Yeni kimliğimizin oluşmasına yön veren kişi Ziya Gökalp olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'na
çıkış yolları arayan İttihat ve Terakki partisinin ideologu sayılan Gökalp, imparatorluğun
yıkılışından sonra, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ideolojik temellerinin oluşmasındaki büyük
katkısıyla aslında Cumhuriye'tin ideologu sayılabilecek bir düşünürümüzdür.
Yurdumuzda, sosyolojinin öncülerinden olan Ziya Gökalp, sorunlarımıza sosyoloji bilimi çerçevesinde çözüm yolları
aramıştır. Batı medeniyeti potası içinde Türkçülük ile yeni kimliğimizi oluşturmaktadır.
Ziya Gökalp'in Türkçülük siyaseti, tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla Garp medeniyetine tam ve kati
bir surette girmeyi gerektirmektedir. Fakat Garp medeniyetine girmeden evvel milli harsımız aranıp bulunacak,
milli harsımız meydana çıkacaktır. Milli harsın aranacağı yer ise "köy"dür. Böylece köycülük
çalışmaları bu zemin üzerine temellendirilecektir.
Ziya Gökalp, sorunu kültür ve medeniyet kavramalarının uygulandığı bir formülle izah etmektedir.
Gökalp'e göre' medeniyet milletlerarası olduğu halde, kültür millidir. Medeniyet bir ulustan başka bir ulaşa
geçer, kültür geçmez. Buna bağlı olarak bir ulus kültürünü değiştirmeden başka bir medeniyet alanına
girebilir ve kimliğini koruyarak yaşayabilir. İşte Türk milleti de yıkılan Osmanlı medeniyeti
yerine, kendi kültürünü koruyarak Batı medeniyetine girecektir. Türkiye, Doğu uygarlık alanadır.
Sorunların temel sebebi burada bulunmaktadır. Burada. kültür medeniyet ayrımı konuya açıklık
getirmektedir.
Değiştirilmesi gereken sadece medeniyettir. Kültürümüz korunacaktır. Uygarlık değişimi de basit
bir teknik sorundur. Uygarlığın uluslararası niteliği Batı uygarlığını bizim
de rahatlıkla benimsememize izin verecektir.
Böylece yeni Cumhuriyet'in ideolojik temellerini oluşturan batılcılık, Ziya Gökalp'in kültür medeniyet
ayrımının uygulandığı bir formüle hiçbir sakıncası bulunmayan teknik bir konu olarak
benimsetilmek istenecektir.
Durkheim sosyolojisinden yola çıkarak, milli bir sosyolojiden söz etmesi çelişkili bir durum olarak da görülen Ziya
Gökalp'in, kültür uygarlık ayrımı eleştirilere uğramıştır. Emre Kongar, "Gökalp'in
en zayıf kaldığı konu hars ve medeniyet ayrımıdır" demekte ve kültürde medeniyetin belli
maddi araçlarla manevi değerler arasında çok yoğun etkileşim bulunduğunu, bir toplumun başka
bir toplumdan yalnızca din, ya da yalnızca teknik alamayacağını, etkileşim başlayınca
bunun günlük hayatın tüm alanlarını kapsayacağını söylemektedir: "Gökalp'in Batı uygarlığının
bilimini, tekniğini, aklını alıp öteki alanlarını ulusal kültürünü özgün öğeleriyle doldurma
önerisi mümkün değildir. Kaldı ki kültür ve medeniyet kavramları, Bati tarafından ve Batı siyasetine
yarar amacıyla geliştirilmiş kavramlardır. Halbuki, "kendi toplumumuzun düzen ve arayışlarına
kendi bakış açımızdan kaynaklanan, güçlükleri çözmede geçerli ele alış biçimlerine ulaşabilen"
bir sosyoloji anlayışıyla kendi tarihimize de dayanmak şartıyla ulaşmak "hiç değilse dünü
ile batılı olmayan toplumumuz için" geçerli olacaktır."
Gökalp'in Kültür-uygarlık ayrımının getirdiği bakış açısıyla Türk kültürünün
Osmanlı'dan farklı gösterilen Anadolu köylüsü vasıtasıyla korunduğu ve sürdürüldüğü öne sürülmekte
ve yeni devlette bir köylücülük akımı başlamaktadır.
Anadolu Köylüsüne, Klasik Batı Müziği Konserleri
Köylerden, masallar, ata sözleri derlenmekte, buralardan toplanan numuneler için Ankara'da Etnografya Müzesi kurulmaktadır.
Fakat bunun yanında yeni ve Batılı bir hayat şekli sunulmaktadır. Ankara'da Batı'nın yalnız
ilim , tekniği alınacak denmektedir, ama günlük hayatta Batı'dan alınanların bütün yaşantıyı
kuşattığı görülmektedir. Danslar, balolar, garden partiler, maskeli balolarla oluşturulan yeni şekli,
Batılı olmanın bir göstergesi olarak sunulmaktadır. Kıyafet, müzik, her şey Batı'nın
ki gibi olmaktadır. Köyden alınanlar ise Etnografya Müzesi'ne kaldırılmaktadır. Ortaya konulan tezle,
yaşayanların aynı olmadığı dikkat çekmektedir. Bir yandan milli kültürümüzün kaynağı
olarak köy gösterilmekte, diğer yandan düzenlenen turnelerle Anadolu köylüsüne Klasik Batı Müziği.
Görüldüğü gibi yeni kimliğin oluşturulma çabalarının Hakimiyet-i Milliye gazetesine yansıyış
şeklinin gerisinde Ziya Gökalp'in fikirleri yatmaktadır.
Gökalp'i değerlendirirken, yıkılan bir imparatorluğu ve bu şartlar içinde kurulan yeni devleti de
göz önünde tutmak gerekmektedir. Gökalp, sorunlara zamanın şartlan içinde çözüm bulmak isteyen bir düşünürdür.
Ziya Gökalp, Türk sosyolojisinin öncülerindendir. Sosyoloji bilimi de yeni Türkiye'nin kuruluşunda önemli görevler üstlenmiştir.
Sosyoloji, Türkiye'nin Batılılaşma girişimleri sırasında yeni bir kimlik oluşturma çabalarına
yol göstericilik yapmıştır. İlk günlerinde siyasi tartışmalara yön verebilecek bir etkinliği
elinde tutmuştur.
Bu çalışmadan yurdumuzda sosyoloji biliminin kendisi hakkında da sonuç çıkarmak mümkündür. Cumhuriyet
rejimiyle sosyoloji ilişkilerinin çok içice bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Rejimin tasarıyla,
sosyoloji çalışmaları adeta örtüşmektedir. Böylece sosyoloji tarihimize bir başka açıdan
bakıldığında ilgi çekici sonuçlar çıkabileceği görülmektedir.
Ancak Türkiye, seçimlerini tartışmaya yer vermeyecek biçimde gerçekleştirince, yurdumuzda sosyoloji bir anda
işlevini yitirmiştir. Görevi tamamlayan sosyoloji adeta bir yurttaşlık bilgisi olarak liselerimizde okutulur
hale gelmiştir. Türkiye'de, sosyoloji çalışmaları ise artık üniversitelerde sınırlı
kalmıştır. (Hayati TÜFEKÇİOĞLU)
Görüldüğü gibi, Ziya Gökalp'in Kültür-Medeniyet çelişkisi, Durkheim sosyolojisinden kaynaklanmaktadır. Bu çelişki,
Atatürk dönemine de kısmen yansımıştır. Bilhassa İsmet Paşa, "İslam kaldıkça,
bağımsızlığımız tehlikededir" görüşünde olduğu için, Batı kültürünü medeniyetle
birlikte aynen alıp uygulamayı öngörmüştür. İşte bu çelişkiler günümüze kadar varlığını
sürdürmüş, Türk dünyasının ortaya çıkması bile, Devlete ve sosyolojinin görevini üstlenen medyaya
gerçekleri tam anlamıyla göstermiştir.
Türkiye, yeniden vatan topraklarının peşkeş çekildiği etnik kökene ve dine-mezhebe dayalı partilerin
kurulduğu, Prens Sabahaddin'in öngördüğü adem-i merkeziyetçiliği, federasyonculuk şeklinde hortladığı,
ekonomi ve medya dünyasını oluşturan insanlarımızın da, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
felsefesine aykırı bu harekeden maddi ve manevi olarak desteklediği günlere geri dönmüştür. Öyle ki, Fener
Rum Patriği bile, artık Ege'de, Karadeniz'de cirit atarak Papaz Piyer Lermit gibi dolaşabilmektedir.
Ziya Gökalp'in kültür-medeniyet çelişkisi, Atatürk'ün uygulamalarında da görülmekle beraber, İnönü döneminden
itibaren tam anlamıyla bir Batıcılık başlamış, Menderes döneminde ABD'nin "yardım
yap ve denetle" politikası ile birlikte, Türkiye bağımsızlığından taviz vermeye başlamıştır.
Sonraki dönemlerde, Türk yönetilmeye başlanmıştır.
Şimdi, Ziya Gökalp'in çelişkisini gidererek ve 21'inci yüzyılı Türk yüzyılı yapabilecek, hatta
"üçüncü bin yıl" ı etkileyerek yeni bir yapıya ihtiyacımız vardır. Kaynağı, Türk kültür
ve tarihinden, Ziya Gökalp'in fikirlerinden ve Atatürk'ün uygulamalarından alan, fakat Türk insanı ile birlikte,
bütün insanlığa hitap edebilecek bir üçüncü bin yıl ideolojisi.
Ziya Gökalp, bugün var olmamızı sağlayan mücadelenin fikir babasıydı. Şimdi Türk Ocağının
İstanbul şubesi olarak da faaliyet gösteren II. Mahmut türbesinin arkasında yatarken diğer Türkçüler'le
birlikte üçüncü bin yıla hazırlanan bugünkü Türkçüler'e güç veriyor, fikir veriyor, ilham veriyor
|
 |
TÜRK TARİHİ
Tarihte Türk devletleri
Türk'ün Manası
Türk adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir. çin kaynakları Tu-küe
(Türk)'ü miğfer olarak , ıslam kaynakları ise ses benzetmesine dayanarak terkedilmiş,olgunlukçağı
ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar üretmiştir.
XIX. asırda A. Vambery'nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise Türk kelimesi "TÜREMEK"ten gelmektedir. Zira Gökalp
bunu "TÜRELİ" yani kanun ve nizam sahibi olarak açıklamıştır.
Ancak Türk sözünün cins isim olarak "Güç-KUVVET" manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin milletin adı olan
"Türk" kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu iddia Kök-Türk kitabelerinin
çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,aynı iddia G. Nemeth'in tetkikleri ile de ispat edilmiştir.
Ayrıca Türk kelimesinin cins isim olarak "ALTAYLI" (Ceyhu ötesi Turanlı) kavimlerini ifade etmek üzere 420 yıllarına
ait bir Pers metninde,daha sonradan 515 hadiseleri dolayısıyla "Türk-Hun"(Kudretli-Hun) tabirleride geçtiği
bilinmektedir.
ıran kaynaklarında Türk sözü "Güzel ınsan" karşılığında kullanılırken, XI.
yy'da Kaşkarlı Mahmut "Türk adının Türkler'e Tanrı tarafından verildiğini " belirterek,"Gençlik,kuvvet,kudret
ve olgunluk çağı" demek olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Tarihçiler ise Türk kelimesinin "Güçlü-Kuvvetli"
anlamına geldiğini kabul etmektedirler.
Türk Soyu
Tarihte Türk ırkı hakkında çeşitli tasvirler yapılmıştır. çin,Latin ve Grek kaynaklarında
Türkler daha çok Moğol tipinde tasvir edilmişlerdir. Bunun sebebi ise Türkler'in tarih boyunca en çok temasının
Mogollar'la olmasıdır. Moğol kitleleri yıllarca Türkler'in idaresinde yaşamış,göçlere,savaşlara
Türkler'le beraber katılmışlardır. Bunun sonucunda bu kaynaklar Türk ile Moğol tipini birbirine karıştırmıştır.
Son yarım asır içinde yapılan ilmi çalışmalar ve araştırmalar sonucu Türkler'in beyaz ırka
mensup bulundukları, yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan "Europid" adı verilen grubun "Turanid" tipine
mensup bulundukları anlaşılmıştır. Kafa yapıları Brakisfal (yuvarlak kafalı)dır.
Türklerin kendilerini başta "Mongolid" Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolik çizgilere
sahip oldukları tespit edilmiştir. Türkler'in hakim vasfı beyaz renk,düz burun,değirmi çene,hafif dalgalı
saç,orta gürlükte sakal ve bıyıktır.
Turan tipine örnek olan Orta Asya, Maveraünehir ve diğer Yakın Doğu Türkleri beyaz tenli ,koyu parlak gözlü,
değirmi yüzlü,endamlı,sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Ortaçağ kaynaklarında
güzelliğin timsali olarak gösterilmiş hatta ıran edebiyatında Türk sözü "Güzel ınsan" manasında
kullanılmıştır. Tevrat'ta nakledilen bir rivayette ise Türk soyunun Ham ve Sam'dan değil, Yafes'den
türemiş olarak beyaz ırktan geldiği gösterilmiştir.
Türk Yurdu
Yeryüzünde 350 milyonu aşan sayıları ile çok geniş bir bölegeye yayılan Türkler'in ilk anayurdu'nun
tesbiti birçok bilimadmını asırlarca meşkul eden büyük bir konu olmuştur. Bilim adamları ve
araştırmacılar yaptıkları çalışmalar sonucu Türkler'in ilk Anayurdu ile ilgili bir çok
iddialar ortaya tmışlardır.
Tarihiçler , çin kaynaklarına dayanarak Altay Dağlarını,
Etnologlar,ıç Asya'nın kuzey bölgelerini,
Dil araştırmacılar,Altaylar'ın veya Kingan Dağları'nın doğu ve batısını,
Kültür Tarihçileri , Altay-Kırgız Bozkırları arasını,
Sanat tarihçileri , Kuzeybatı Asya sahasını,
Antropologlar ise Kırgız Bozkırı-Tanrı Dağları arasını ilk Türk Anayırdu
olarak iddia etmişlerdir.
Bütün bu araştırmalara göre ilk türk yurdunun kesin sınırlarını çizmek mümkün olmamaktadır.
Zira Türkler'in ilk zamanlardan itibaren çok geniş bir sahaya yayılmaları bu tesbitte güçlük çıkartmaktadır.
Bununla beraber son yıllarda yapılan dil araşturmaları ve yukarıda yapılan çalışmalar
göz önüne alındığında , ilk Türk yurdunun "Altay Dağları'ndan, Urallar'a kadar uzanan , Hazar
Denizi Kuzeydoğu Bozkırlarından,Tanrı Dağları'nı kapsayan çok geniş bir bölge olduğudur."
Tarihi akış içerisinde meydana gelen göçler sonucu Anayurtları'ndan çok uzak mesafelere ve geniş bir coğrafialana
yayılan Türkler, bugün Balkanlar'dan doğuya çin Seddi'ne ,Kuzeyde Sibirya Bozkırları'ndan Güneyde Horasan,
Afganistan,Tibet'e kadar olan bölgeleri yurt tutmuşlardır.
NİHAL ATSIZ ın HAYATI
Türkçü, fikir adamı, tarihçi, Türkolog, şair ve roman yazarı Hüseyin Nihal Atsız 12 Ocak 1905 tarihinde
İstanbul'da dünyaya gelir.Babası Gümüşhane'nin Torul/Dorul
Kazası'nın Midi Köyü'nün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Makine Önyüzbaşısı Hüseyin Efendi'nin
oğlu Deniz Güverte Binbaşısı Mehmed Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden
Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır
Anne ve baba tarafından asker bir aileye mensup olan Atsız, ilk öğrenimini Kadıköy'deki Fransız ve
Alman Mektebi, Süveyş'teki Fransız Mektebi,
Kasımpaşa'daki Cezayirli Gazi HasanPaşa, Haydarpaşa Osmanlı İttihad Mektebi'nde, ortaöğrenimini
ise Kadıköy ve İstanbul Sultanîsi'nde tamamlar
1922 yılında imtihanla Askerî Tıbbiye'ye girmesine rağmen, üçüncü sınıfta iken Ziya Gökalp'ın
cenaze töreninin yapıldığı günün akşamı öğrenciler arasında çıkan bir kavgada
gayet ağır bir ceza alır. Ayrıca aralarında birtakım meseleler geçen Arap asıllı Bağdatlı
Mesud Efendi adlı bir teğmenin kasdî bir şekilde ve lüzumsuz bir yerde istediği selamı vermediği
için, 4 Mart 1925 tarihinde Askerî Tıbbiye'den çıkarılır .
Bu hadiseden sonra Kabataş Lisesi'nde üç ay öğretmen vekilliği, daha sonra Deniz Yollarının Mahmut
şevket Paşa gemisi katip muavinliği yapmışsa da asıl Türk tarihi ve edebiyatı ile ilgili
araştırmalara merak sardığı için 1926 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin
yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolmasına rağmen, bir hafta sonra askere alınır,
1926-1927 yıllarında, dokuz ay süreli olarak İstanbul Taşkışla'da askerlik görevini ifa eder
. Bundan sonra tekrar Yüksek Muallim Mektebi'ndeki talebelik hayatına dönen Atsız, Ahmet Naci isimli arkadaşı
ile birlikte hazırladığı ve Türkiyat Mecmuası'nda yayımlanan "Anadolu'da Türkler'e Ait Yer İsimleri"
adlı makale ile hocası Fuad Köprülü'nün dikkatini çeker. 1930 yılında Edirneli Nazmi'nin Divan-ı
Türkî-i Basit isimli eseri üzerinde
mezuniyet tezi hazırlayarak aynı yıl mezun olur .
-----------------------------------------------
1950-1952 ve 1962-1964 yıllarında devam ettirdiği Orkun'dan sonra 1 Ocak 1964 tarihinden itibaren Ötüken adıyla
çıkardığı dergide, Türkiye'de gittikçe hız kazanan bölücülük hareket ve tertiplerini açıklayan
bir seri yazısı yüzünden, sonunda Yargıtay'ın kararı bozmasına rağmen, oy çokluğu
ile on beş ay hapse
mahkûm edilmiş, Toptaşı Cezaevi'ne sevk edilmiş , bir müddet sonra reviri olan Sağmacılar Cezaevi'ne
nakledilmiştir. Bir buçuk yıllık cezası kesinleşince, onun bilgisi dışında milliyetçi
aydın çevrelerin harekete geçmesi ve yağan protesto telgrafları üzerine Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün
yetkisini kullanması sonucu 22 Ocak 1974 tarihinde Bayrampaşa Cezaevinden tahliye edilmiştir .
-----------------------------------------------------
ESERLERİ
Tarih, edebiyat, edebiyat tarihi ve bibliyografya gibi değişik sahalarda çok sayıda kitap ve makalenin sahibi
olan Atsız'ın eserlerini şöyle sıralayabiliriz:
- Çanakkale'ye Yürüyüş, İstanbul 1933.
- 16. asır şairlerinden Edirneli Nazmi'nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemmiyeti,
İstanbul 1934.
- Komünist Don Kişotu Proleter Burjuva Nazım Hikmetof Yoldaşa, İstanbul 1935.
- Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, I. Bölüm, En Eski Zamanlardan başlayarak Apar Sülalesinin düşmesi tarihi olan
Miladi 552'ye kadar, İstanbul 1935.
- 15. Asır Tarihçisi şükrullah, Dokuz Boy Türkler veOsmanlı Sultanları Tarihi, Eski Türklerle Fatih Sultan
Mehmed'in tahta oturuşuna kadar olan Osmanlı
tarihinden bahseder,İstanbul 1939.
- Müneccimbaşı, şeyh Ahmed Dede Efendi, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1940.
- 900. Yıldönümü (990-1940), İstanbul 1940.
- İçimizdeki şeytanlar, İstanbul 1940.
- Türk Edebiyatı Tarihi, En eski çağlardan başlayarak Büyük Selçukluların sonuna kadar, İstanbul
1940.
- Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941.
- En Sinsi Tehlike, İstanbul 1943.
- Hesap Böyle Verilir, İstanbul 1943.
-İ. Süruri Ermete (Üçüncü dereceden harb malûlü piyade subayı), Türkiye Asla Boyun Eğmeyecektir(Türk-Rus Savaşının
özeti), İstanbul 1946.
- Yolların Sonu, İstanbul 1946.
- 18 Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946.
- Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.
- Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1949. Türkiye Yayınevi'nin bu ad altında kurduğu dizinin bu ilk cildinde
şu yayınları vardır: a- Ahmedî, Dastan ve Tevarih-i
Mülûk-ı al-i Osman, b-Şükrullah Behçetüttevarih, c- aşıkpaşaoğlu Ahmed aşıkî, Tevarih-i
al-i Osman.
- Türk Ülküsü, İstanbul 1956.
- Deli Kurt, İstanbul 1958.
- Osman (Bayburtlu), Tevarih-i Cedîd-i Mir'at-ı Cihan, İstanbul 1961.
- Osmanlı Tarihine Ait Takvimler I, 824, 835 ve 843 tarihli takvimler, İstanbul 1961.
- Ordinaryüs'ün Fahiş Yanlışları, İstanbul 1961.
- Türk Tarihinde Meseleler, Ankara 1966.
- Birgili Mehmed Efendi Bibliyografyası, İstanbul 1966.
- İstanbul Kütüphanelerine Göre Ebussuud Bibliyografyası, İstanbul 1967.
- ali Bibliyografyası, İstanbul 1968.
- aşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul 1970.
- Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden Seçmeler I, İstanbul 1971.
- Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden Seçmeler II, İstanbul 1972.
- Ruh Adam, İstanbul 1972.
- Oruç Beğ Tarihi, İstanbul 1973.
- Türk Ansiklopedisi'nde 40 kadar madde. Ayrıca Atsız'ın yazdığı makaleler, dört cilt halinde
Makaleler I, Makaleler II, Makaleler III, Makaleler IV, adıyla
Baysan Yayınları tarafından İstanbul'da 1992 tarihinde yayımlanmıştır
ATSIZ TANRI DAĞI'NDA
NİYAZİ YILDIRIM GENÇOSMANOĞLU
Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;
İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.
TANRI katından gelen bir yüce buyruk üzre,
Aramızdan ansızın çadırını deren var.
Orada ecdat ruhu şâdümanhk içinde
Burada tamu içre gönüllerde boran var.
Eksilmiş bir yanımız: çarpılmış gibiyiz hep
TANRI korsun, sanki Bozkurtluğa kıran var.
Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne
Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.
Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt
Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.
O gün Tanndağı'nda tan ağırdığı çağda.
Dediler Oğuz Hanın otağına giren var.
Ve Tanrı Kut Mete'nin huzurunda Atsız'ı
Kür Şad'la Kül Tiğin le diz vururken gören var.
Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve KUR'AN var
Dayanılmaz olsa da Atsız'lığın acısı
Ulu Tanrı'ya şükür yine soy var. Turan var.
TÜRK MİLLETİ ASİL BİR BEYDİR BEYLERİN AGASI PAŞASI OLMAZ.!
https://manisali90.tripod.com/eray_demiray
Ülkücü hareket hiç bir zaman kişi veya zümrelerin tekelin de olma dı dün olduğu gibi bugünde çizgisinden taviz
vermeden türk milletine hizmet edeceğiz..Davamız son nefes son nefer son damla kana kadardır...ALLAH Türkü
korusun ve yüceltsin....(AMİN)
https://manisali90.tripod.com/eray_demiray
|
 |
|
 |
|
|